Aşk, Büyü vs - Love Spell and All That (2019)
Yönetmen: Ümit Ünal
Oyuncular: Selen Uçer, Ece Dizdar
Ödüller: İstanbul F.F. – Altın Lale En İyi Film, En İyi Senaryo, En İyi Kadın Oyuncu; Antalya F.F. - En İyi Kadın Oyuncu, Behlül Dal Jüri Özel Ödülü, SİYAD En İyi Film Ödülü
Bence: Nar (2011), 9 (2002), Ara’nın (2008) senarist-yönetmeni Ümit Ünal’ın son filmi Aşk, Büyü vs İstanbul Film Festival’inde Atın Lale En İyi Film, En İyi Senaryo ve En İyi Kadın Oyuncu ödülleriyle bu senenin kazananı oldu. Düşük bütçeli – ışık ekibinin bile bulunmadığı bir ekip ile üretilen film, fakir oğlan-zengin kız klişesini bugüne Büyükada’da geçen bir yarım kalmış fakir kadın-zengin kadın hikayesi olarak uyarlarken tekçi katı rasyonelizmin karşısında çoklu perspektiflere alan açan bireyci sezgiselliği ve tabii her aşkın her türlüsünü övüyor. Film, dış kabuğundaki büyülü aşk hikayesinin altında sınıfsal bir perspektif sunarak ve bu perspektifini de en az aşk hikayesi kadar önemseyerek kendisini boyutlandırmayı da başarmış. Antalya Film Festivalinde ödül törenini süpüren “aşkın” film Bozkır’ı izledikten sonra her ne kadar Ümit Ünal’ı yönetmen ve senaryo yazarı olarak beğensem de Aşk Büyü Vesaire için beklentilerimi yükseltmemiştim. Ümit Ünal’ın filmini izledikten sonra sinemada kadın temsiliyle de kadınlar arası ilişkilerle de arası pek olmayan Demirkubuz etkisinin Antalya’da belirleyici olduğuna iyiden iyiye ikna oldum.
Aşk, Büyü vs, 11 filmini de perdede izlediğim İstanbul Film Festivali Ulusal Yarışma’nın en iyi filmiydi. Bir adım öteye de gidilebilir; aşağıda değineceğim filmin üzerindeki erkek gözünü hakimiyeti ve merkez karakterler harici oyuncu seçimi tercihleri gibi tartışılabilecek– ve belki tartışma sonunda filmin kendini haklı da çıkarabileceği- yönleri olmasına rağmen hem sinematik dilinin gücüyle hem tartışma derinliğiyle hem kalıcılıyla son iki senede izlediğim en iyi yerli film Aşk, Büyü vs...
Filmin aklın pek de kabul edemediği – ve bu anla beraber filmin de tartışmasına başladığı bir girişle açılıyor; babası güçlü bir politikacı olan Eren ile Eren’in ailesinin Büyükada’daki konağındaki kahya kızı Reyhan ergenliklerinde ilk aşklarını yaşarlarken ilişkileri ortaya çıkmış. Bunun üzerine aileleri eliyle sert bir biçimde ayrılmışlar ve 20 küsur yıl birbirlerinden haber bile alamamışlar. Ancak görünen o ki zaman bu ayrılığın yaralarını iyileştirememiş – aklın itirazları başlıyor. Eren olayın üstüne Fransa’ya yollanmış, Reyhan yine de uzun süre beklemiş bu esnada dışlanmış hor görülmüş ve ezilmiş. Şimdi bugün, Reyhan’ın Eren dönsün diye yaptırdığı büyüye uygun olarak bir Perşembe günü, Eren sanki gaipten çıkıp Büyükada’ya geliyor. Reyhan ve Eren’in bu tekrar buluşma günü yaşayacakları Aşk, Şiir vs’nin olay örgüsünü oluşturacak.
Açıkçası 25 yıl ortalarda görünmemiş bir aşığın ortada belli bir tetikleyici olmaksızın geri dönmesi de 25 sene önceki ilk aşkına tekrardan umutsuzca tutulmuş hali de 25 yıl boyunca bir biçimde öbür kadına ulaşmasının engellenmesini kabul etmesini de akıl almıyor. İşte filmin aklın bu yargılarıyla ahkam kesmesi ile mücadelesi bu akla yatmayan serim bölümü ile başlıyor. Film bu noktadan sonra izleyicinin kendisine bakışında aklın süzgeci yanında sezgilere de yer açmasına çalışacak. Bunun olabildiğini gören izleyiciye lafa gelince ya da dışardan başkasına yargılayan gözlerle bakınca sadece düşüncenin süzgecini kullanmamasını, başka araçlarla görüsünü çeşitlendirmesini öğütleyecek. Çünkü kendimize bakarken bu çeşitlendirmeyi yapıyoruz; kim kararlarını alırken duygularını, dürtülerini ve isteklerini göz ardı ettiğini iddia edebilir ki? Ama başkasını yargılayacakken düşünsel ve rasyonel bir hesaplayıcıya dönüşüyoruz, film yumuşak başlı bir biçimde buna da itiraz ediyor.
Filmevrenin hafızasını taşıyan ve izleyicinin belleğiyle ilişkiye girecek olan bellek Reyhan’ın belleği... Buna karşılık filmin başında denizden çıkan (adaya gelen) ve film-dünya içinde beliren-yeniden doğan; yaşamın doğal akışının dışından gelip akışta parazit yaratan; çözülmesi gerekecek olan çapraşıklığı ve gerilimlerden doğacak enerjiyi filme taşıyan ve dolayısıyla filmi var eden ise Eren karakteri... Eren, ada sahiline vurduğu anda perdede de bu bir “aşk hikayesi” yazıyor – bir binanın üzerindeki siyasi afiş üzerinde… Ünal, zengin kız – fakir oğlan aşkı klişesini mutasyona uğratıp, sinemasal aşinalıkla seyircinin daha kolay içine girebileceği bir yapı kurmuş, ancak bugünün kimlik sorunlarını, yersiz-yurtsuzluğumuzu, sıvası dökülmüş ve içi çürümüş olsa da vahşice direnmeye devam eden geçmişin ahlakını, her seviyedeki Foucaultcu iktidar ilişkilerini tartışmaya daha uygun tekrardaki fark olarak aşkı, zengin kız – fakir kız arasında kurgulamış.
İzleyicinin akışta seyre daldığı filmin şiirsel aşk hikayesi kabuğunun altında, Aşk Büyü vs’nin çekirdeğinde, sınıfsal perspektiften bir tartışma var. Film, Deleuzeyen manada pejoratif görülen geçmişin artığı ahlaki kodlara başkaldırının, aile içi geleneksel kurallara isyanın farklı sınıflardaki sonuçları üzerine düşünüyor. Filmdeki çelişkiler birey ile gelenek/toplum arası gerginlikler kadar örtük bir biçimde sınıflar arası gerilimlerden de besleniyor. Reyhan’ın aynı evi paylaştığı adamın, büyük bir felaketin öznesine dönüşmeden sınırlanmasının, filmin genel tonunu koruma amacı güttüğü kadar filmin doğasını belirleyen gerilimler arası dengeyi tutturmayı hedeflediğini düşünüyorum.
Sınıfsal perspektiften bakınca; iki ayrı sınıftan iki genç ergenin başı toplumla, aile ve geleneksel değerle derde giriyor. Başlarına aslında aynı dert sarılıyor. Ancak, aşağı sınıftan olan toplum tarafından tamamen dışlanıp, tüm çabasına rağmen bataklıktan kurtulma yolları birer birer tıkanırken, yaşamak içinden kendinden vazgeçmeye ve gölgelerde kalmaya mahkum edilirken; burjuva ailesine mensup ergenin/burjuva kadının cezası doğduğu ve aşık olduğu coğrafyadan uzaklaştırılmak; uzaklarda sevişip, öğrenip, unutamamak ve daha varoluşsal sorunlar biriktirmek… Öndeki aşk hikayesi ne kadar şiirselse, sınıf tartışması da o kadar düşünsel – bu filme hem devinim ve denge kazandırmış.
Aşk, Büyü vs; sınıfsal perspektifi bir yana, bu replik, filmin durduğu yeri, baktığı çerçeveyi izleyiciye söylemek için var. Aşk, Büyü vs, duyumsama ve düşünmeye dayanan tekçi rasyonelizmin karşısında duygulara gereken saygı gösterecek hayalperest bir çokçu sezgiselliğin yanında… Ancak film, açıktan rasyonelizm ve/veya düşünsel insan karşıtlığı yapacağına içe dönük duygusal karakterin dünyasına girip buradan topladığı olasılıkları, seçenekleri, farkları izleyici zihnine modernizme bir nifak gibi sokuşturuyor. Böylece, modernizmin olasılıkları öğütüp tek bir odağa indirgeyen “(rasyonel) aklın (tek) yoluyla” hesaplaşıyor. Bilimden bahsedildiğinde içleri sıkılan eğlenceli baş karakterler barındıran filmlerden ve dizilerden bıkmış ben, Aşk, Büyü vs’nin hem yöntemini daha etkileyici hem durduğu yeri açıklamakta daha etkili buldum.
Film, aşkla büyüye ve ufak olasılıklara ve hatta akla gelmeyenlere, sayısallaştırılamayanlara belki devamında dile gelemeyeceklere alan açarken; günümüzde hala bir ölçüde iktidarı elinde bulunduran, ama yalnızlaşmış ve güçsüzleşmiş ve pek de bir geleceği olmadığını düşündüğü saf rasyonel modernist insanla dalga geçiyor. Büyücünün oğlu bugünkü kitleselleşen cinayetleri zombi filmleriyle eşlerken film bir yandan öldürdüklerini insanlıktan çıkartan sistemin propaganda makinelerini eleştiriyor; diğer yandan da aklın yoluna kendini zorlayan modernist, komplo teorilerine -ve zombilere- kendini kaptıran, eldeki verinin kıtlığı ne olursa olsun sezgilere alan açmadan eldeki kırıntılardan yalapşap öngörülere uzanıp bunlara gerçeklik muamelesi yapan – kendi hakikatini mutlak gerçeklik gören insanı tefe koyuyor. Bu zamanı geçmiş adamı zaman zaman alt açıdan çekerek bir yandan deliliğine güç bahşetmiş diğer yandan sembolize ettiği köhne sistem ile saf rasyonel sonu komplolara ulaşan bakışın günümüzde hala gücü elinde tutuğunu göstermekten de geri durmamış. Hem deli yerine koyuyor hem maytap geçtiğinin gücünü sinematik bir hamle ile teslim ediyor; bence çok parlak.
Adanın topografyası, ekosistemi, iklimi ve şehrin yerleşimi; anlatı ögeleri olarak filme dahil olmuşlar. Reyhan ile Eren’in o anki karşılıklı konumlarını, ruh hallerini, ilişkilerinin yönünü, aralarında esen rüzgarları; yürüdükleri ince uzun sokaklara, ada yokuşlarına, onları zaman zaman perde içinde sıkıştıran uzun uzun duvarlara, sarmaşıklara, karşılarına çıkıp önlerindeki yolları artıran meydanlara, dinlendiren sakım söğüt ağaçlara, geleceklerini parlatan denizin ve tepelerin ferahlığına bakarak izleyici hissedebiliyor…. Havyan seslerinden de bir iletim kanalı kurulmuş: İlerleme için at nalları, güvensizlik yaratmak için köpek havlamaları, umutvar atmosferler için kuş cıvıltıları, böcekler, kediler... Hepsi göze sokulmadan izleyici ile konuşuyorlar… Tripodundan kurtulan kameranın sarsılma genliği bile merkez karakterlerin duygu halleri ve ufakta gözüken olası sonlarının değişimi ile bir bağlılaşım ilişkisi içinde… Etkili bir sinematik dil için büyük bütçelere, CGI’a illa ihtiyaç olmadığını bir kez daha gösteriyor Ünal. Bir sahnede Reyhan beraber yaşadığı adamın sırtını cinsellikten olabildiğince uzak bir biçimde – ve sınıflarına uygun bir etkileşimle- ovarken; film, bir geçişle otel odasında tek başına oturan Eren’in Reyhan’ın esas ilgilenmesi gerektiğini düşündüğü sırtına izleyiciyi atıyor.
Gelelim benim için filmin nazar boncuğuna, aslında bunu da bir eleştiriden çok bir tartışma konusu olarak açmak istiyorum: İtirazından dertlerine kadın merkezli böylesi bir filmin, iki kadın merkez karakterlerinin perspektiflerine biraz daha alan açması acaba beklenebilir miydi? Aşk, Büyü vs’de izleyici, bu iki kadını ve yaptıklarını-yaşadıklarını hep sadece izliyor; izleyicinin durduğu yer hep yönetmenin durduğu yer, baktığı yer hep yönetmenin baktığı yer. Film, Reyhan ile Eren’in hislerini, korkularını, isteklerinin yoğunluğunu duyumsamamızla ilgilenen bir perspektif sunmuyor, bunun yerine onları ve etkileşimlerini gösteriyor ve empati kurmayı her izleyiciye ayrı ayrı bırakıyor. Şöyle söylemek derdimi daha iyi anlatabilir; filmde özdeşleşebileceğimiz birinci kişi yönetmen Ümit Ünal. Bu filmi izleyen de ortaya koydukları üzerine düşünen de bu nedenle sırasıyla bir erkek gözü ve zihni... Bunu değiştirmenin yolunun, filmin kadın ögelerinin perspektiflerine alan açarak mümkün olabileceğini; filmin izleyici ile ilişkisinin tamamını erkek yönetmenin dolayımıyla sunmayıp, izleyicinin doğrudan filmin kadın ögeleri ile ilişkiye geçmesinin filmi erkeklikten kurtaracağını düşünüyorum. İzleyici, film boyu iki merkez karakterin bir adım arkasındaki hayalet erkek olarak film evreniyle ilişkide kalıyor. Dediğim gibi bu sadece bir tartışma konusu; elinize sağlık Ünal, Uçer, Dizdar.
Puan:
Puanlama, 10 üzerinden yapılmıştır ve tamamen kişisel tercihlere dayanmaktadır. Notun belirlenmesi için kullanılan kriterler tamamen keyfi bir biçimde oluşturulmuş ve bu kriterlerin ağırlıklandırılmasında da benzer bir metodoloji kullanılmıştır. Puanlar, kategoriktir.
Siz ne Düşünüyorsunuz? Filmle ilgili tartışma sayfasına ulaşmak için tıklayınız.
Çok seslilik her zaman daha iyi