Bir Zamanlar... Hollywood’da – Once Upon A Time... in Hollywood (2019)

dramyeni.jpg
Komedi2.jpg
vahsetsonn.jpg
bir zamanlar hollywoodda.jpg

Yönetmen: Quentin Tarantino

Oyuncular: Leonardo DiCaprio, Brad Pitt, Margot Robbie

Bence: Quentin Tarantino 9. filminde; kariyeri düşüşteki bir Western dizisi yıldızı olan Rick Dalton (Leonardo DiCaprio) ile onun hem dublörü hem getir götür işlerini yaptırdığı bir anlamda yaveri hem dostu Cliff Booth (Brad Pitt) üzerinden Klasik Hollywood Sineması nostaljisi kurmuş ve bununla Manson ailesi tarafından katledilen aktris Sharon Tate cinayetini ve ABD’deki 60’ların siyasi iklimine bakışını birbirleri içine geçirerek anlatmış – tartışmış, yargılamış. Kurgu ile gerçeği kaynaştırırken – daha önceden çokça yaptığı gibi- tarihi bazen düzeltmiş, kimi yerde olanı silmiş ve alternatifini yaratmış... Tarantino, hikayesinin parçalarını birbirinin içinde yedirebilmek için çeşitli köprüler kullanmış;  hikaye John Wayne tarzı hem en iyi hem en yakışıklı baş karakterin hain Kızılderilere(!) haddini bildirdiği, Amerikalı beyaz adam öven klasik Western sineması yerini Avrupalı yönetmenlerin etkisindeki iyinin kötünün ötesinde çıkarların çarpıştığı daha derinlikli Spagetti Westernlere terk ettiği dönemde geçiyor ve bu geçiş tabii ki sadece western alt türünde yaşanmıyor bir geçiş döneminde olunduğu film boyu defalarca vurgulanıyor. Tarantino, tarihe ilahi müdahalesini klasik Hollywood’un değerlerini temsil eden kurmaca karakterleri ile yapıyor. İşleri yoluna Klasik Holywood’un ruhu koyuyor.  Bir diğer köprü Sharon Tate’in o dönem eşi olan, bugünlerde özellikle taciz skandalı ile tartışılan yönetmen Roman Polanski ile kuruluyor: O da bir Polonyalı ve Avrupa sinemasını bir anlamda Kaliforniya’ya taşıyanlardan...

bir zamanlar h 3.jpg

Bir Zamanlar Hollywood’da, önceki filmlerinden ayrı bir yerde duruyor – belki Tarantino sinemasında bir kırılmaya karşılık geliyor, bunu zaman gösterecek. Bir Zamanlar Hollywood’da’yı öncekilerden ayıran, yazının ilerleyen bölümünde tartışacağım temel unsur, yeni bir olgu olmayabilir ve Tarantino sinemasında son zamanda görülen bir eğilimin kendini tam manasıyla ortaya çıkarttığı da iddia edilebilir. Kimileri bu dönüşümü son üç filminde kurgucusu Sally Menke’yi kaybetmesine bağlasa da, dönüşümün kaynağı bence yaş alan, öncelikleri ve kendine bakışı değişen Tarantino’nun kendisi. Ancak Tarantino’nun Sally Menke’yi kaybetmesinin filmlerinin keskinliğini azalttığını ve filmlerin dilini kabalaştırdığı da bir gerçek...

bir zamanlar h 8.jpg

Piet Mondrian, resim yapmaya tabii ki De Stijl üslubunda resimlerle başlamadı; figürden kopuşu-kurtuluşu adım adım gerçekleşti. Önce dünyadaki ne varsa bunları dikey ya da yatay çizgilere indirgeyebildiğini gördü; kurduğu dünyalar yavaş yavaş yatay ve dikeyde toplanmaya başladı. Mondrian’ın imge-dili, nesnel dünyadan her yeni resminde biraz daha uzaklaştı. Zihnindekini aktarmak için nesnel dünyadan temsiller/araçlar kullanmayı adım adım bıraktı ve nesnel dünyaya uğramadan izleyiciyle daha dolaysız bir iletim kanalı kurabileceğini düşündü.  Sonunda figürü terk etti ve yatay dikey çizgiler ve ana renklerden müteşekkil renk alanları ile kurduğu kompozisyonlarına ulaştı.

Piet Mondrian - Toprak Üzerinde Çalışma (1898)

Piet Mondrian - Toprak Üzerinde Çalışma (1898)

Piet Mondrian - Oele Yakınlarındaki Orman (1908)

Piet Mondrian - Oele Yakınlarındaki Orman (1908)

Piet Mondrian - Gri Ağaç (1911)

Piet Mondrian - Gri Ağaç (1911)

Piet Mondrian -Kompozisyon C No III Kırmızı, Sarı ve Mavi (1935)

Piet Mondrian -Kompozisyon C No III Kırmızı, Sarı ve Mavi (1935)

Resim için figürün ifade ettiği ile sinema için olay örgüsünün (hatta hikayenin) ifade ettikleri birbirlerine benziyor: Yaratıcılarının fikirleri önce yeryüzüne indirip, buradan izleyici zihnine taşımakta kullanılabilen aracılar-katırlar bunlar… Tabii ikisi de mecrasını saf formundan uzaklaştırmak pahasına kullanılan araçlar… Tarantino, Bir Zamanlar Hollywood’da önceki filmlerine nazaran örgüsünün filmdeki işlevini nispi olarak zayıflatmış. Önceki Tarantino filmlerini kronolojik olarak dizdiğimizde, olay örgüsünün anlatıdaki ağırlığı zaten tatlı bir eğim ile düşme eğilimi gösteriyordu – bunu siz de test edebilirsiniz: Birine Ucuz Roman’ın ya da Rezervuar Köpekleri’nin hikayesini anlatmak, Zincirsiz’in ya da The Hateful Eight’in hikayelerini anlatmaktan çok daha uzun sürecektir. Bu oldukça yavaş ama istikrarlı trend -  Tarantino sinemasındaki evrim – Bir Zamanlar Hollywood’da’da bir kırılma yaratacak şekilde hızlanmış. Burada Tarantino’nun saf sinemaya koşar adım bir yönelişi ya da sinema sanatının kendine özgü dilini daha kuvvetli kullandığı iddiası ya da Tarantino’nun Avrupa sinemasına olduğundan daha fazla yaklaştığı iddiası yok. Ancak, Tarantino’nun olay örgüsü etrafında izleyiciyi sinematik araçlarıyla sarsa sarsa kurduğu anlatısından uzaklaştığından ve “hissettirmek” ile daha çok ilgilendiğinden bahsedebiliriz. Bu hamle ne kadar başarılı olmuş bu tartışılır. Biraz Michael Jordan’ın beyzbola merak sarmasını hatırlatıyor – tabii Jordan’ın sonunda harika bir atlet, Taratino’nun önemli bir sinemacı olduğunu unutmadan…

bir zamanlar h 7.jpg

Tarantino’nun girdiği yolu tartışmaya devam etmek için modern sanatın tarihsel gelişiminden faydalanmaya devam edelim: 19 yüzyılda filizlenip sanatın gerçeklikle arasında kurulu hiyerarşiyi yıkan Modern Sanat, iki savaştan geçtikten sonra artık sadece belli bir zümreye hitap eden bir yüksek alanda kendini bulmuştu. Dönemin yükselen akımı soyut ekspresyonizm, toplumun çoğunluğu için pek bir şey ifade etmiyordu. Derken tarihsel diyalektik işledi ve Jasper Johns üzerine herkesin konuşabileceği, herkesin bildiği Bayrak’ı tuvaline işledi. Warhol’un Maryln Monroe’su, Liehtenstein’ın çizgi roman karakterleri, Keith Harring’in graffitileri üzerine her sınıftan, her sosyokültürel seviyeden insan konuşabilirdi – Pop Art doğdu. Avrupa sineması tıpkı; Pollock’un, Rothko’nun, de Kooning’in soyut ekspresyonizmi gibi daha dar ancak izleyici olarak daha vasıflı bir kitleye hitap ederken; Tarantino sanatçılığı elden bırakmadan Pop Art’ın yaratıcılarının yaptığını sinemada yapanlardan oldu.

Willem De Kooning - Kazı (1950)

Willem De Kooning - Kazı (1950)

Jackson Pollock - Sonbahar Ritmi (1950)

Jackson Pollock - Sonbahar Ritmi (1950)

Mark Rothko - Pas ve Mavi (1953)

Mark Rothko - Pas ve Mavi (1953)

Andy Warhol - İsimsiz Marilyn Monroe (1967)

Andy Warhol - İsimsiz Marilyn Monroe (1967)

Jasper Johns - Bayrak (1955)

Jasper Johns - Bayrak (1955)

Roy Lichtenstein - Whaam (1963)

Roy Lichtenstein - Whaam (1963)

Sanat Sineması (Arthouse ya da Bağımsız Sinema) izleyici kitlesinin sınırları belliyken, Tarantino postmodern araçları, olay örgüsünün ve şiddetin etrafına sardığı sanatsal üretimi ile sinemasıyla toplumun tüm katmanlarına seslenebildi. Her seviyeye farklı deneyimler uzatabilecek ürünler verdi. Şimdi, Bir Zamanlar Hollywood’da’da hikaye anlatıcılığından çalıp, eskisi kadar çok anlatmaktan vazgeçip; buradan artırdıklarını hissettirmeye harcamış. Vazgeçtikleri nedeniyle alametifarikalarından bazılarını Bir Zamanlar Hollywood’da’da kullanamamış. Dilinde ortaya çıkan bu deliklerin, izleyicisinde bir tür hayal kırıklığı yaratacağını ön görmek güç değil: Mesela; omurgasız hikaye ve zayıf olay örgüsü Tarantino’nun anlatılarına katkı sağlayan hatta belki onu inşa eden diyalogların ortaya çıkmasını kısmen engellemiş. Gösterip – masalını anlatıp, tartışma zeminini yekten seyircinin zihnine fırlatmak yerine, daha acemisi olduğu hissettirmenin filmden çaldığı zaman, filmin ritm tutturamamasına neden olmuş. Bu ritmsiz durgunlukta Tarantino, feriştahı olduğu mübalağa sanatını icra etmeye ortam bulamıyor ve bunun sonucunda anlatıya direkt katkı sağlayan aşırılıklara gebe ortamı film boyu kuramıyor- ya da film o aşırılıkların yapılabileceği ortamı kendiliğinden kuramıyor. Son yarım saatteki şiddet pornosunun tepeden inme gelişinin altında da bu tutukluluk hali yatıyor.

bir zamanlar h 4.jpg

Tarantino, Kill Bill’den Jackie Brown’a eski filmlerine atıflar yapmış.. Bunların anlatısına katkısı biraz belirsiz; ama filmin parçalı, postmodern yapısı nedeniyle bu parçaların marjinal etkisini ayrıştırmaya çalışmak yerine, hepsinin birlikte yığılmalı etkisine -kalabalığın uğultusuna- bakmak daha doğru olabilir. Jackie Brown’daki havalimanındaki açılış sahnesi gibi, Kill Bill’deki Gelin ile O-Ren karşılaşması sahnesi gibi, Soysuzlar Çetesi’ndeki Nazilerin yakılması sahnesi gibi parçalar Bir Zamanlar Hollywood’da ‘alıntılamış’. Bazen de önceki filmlerinde icat ettiği anlatı öğeleri ve araçlarını da olduğu gibi Bir Zamanlar Hollywood’da’ya taşımış – meta film boyutu olan bir filme eski filmlerinden ögeler taşımanın açıkçası yadırganacak da bir tarafı da yok. Tarantino, mesela Soysuzlar Çetesi’nde tarihi baştan kendi istediği gibi yazıyor ve kendince cezalar kesiyordu. Bu defa Roman Polanski’nin 8 aylık hamile eşi Sharon Tate’in katledildiği geceyi kendi meşrebince düzeltiyor. Tarantino filmlerinde sevmediği grupları – Nazilerden ırkçılara, işbirlikçilerden romantiklere - cezalandırmayı sever. Bu defa Tate’in katili Manson ailesi üzerinden Amerikan 68 kuşağını hedef almış.  

Charles Manson ve tarikatını, diğer özelliklerinden soyutlayıp savaş karşıtı dönemin hippileri ile üst üste koymuş.  Amerikan 68 kuşağını, uzaktan eğlenceli ve zararsız ancak yaklaşınca kötücül bir dişil enerjiye sahip, yarı deli, işgalci sahtekarlar olarak gösteriyor. Karşı çıktıkları müesses nizamla yüzleşmeye ve ona karşı harekete geçmeye kalkıştıkları anda güçsüzlükleri, iktidarsızlıkları ortaya çıkıyor. Daha ayaklandıkları düzenin sahipleri burjuvalara ulaşamadan bertaraf olacak kadar zayıflar (diyor Tarantino) – sistemin alt sınıfları ve kelimenin tam anlamıyla onların köpekleri tarafından yenilecek kadar güçsüzler, kifayetsizler. Müesses nizama, çoktan etkisizleşmiş Amerikan 68 kuşağından arta kalanları da bir sonraki kuşaklara ulaşamasın diye yakıp kül etmek kalıyor. Tarantino, Sharon Tate’in katili Manson ailesini cezalandırırken bir yandan 68 solunu dövüyor.

Tarantino’nun beni rahatsız eden bir hamlesi daha var. Son zamanlarda Hollywood’da yükselen politik duyarlılığı yüksek ve doğruculuğu şiar edinmiş, “me too” dalgasında kendisini iyice gösteren yeni nesle tabiri caizse racon kesiyor. Bu filmin planlama aşamasında olan Weinstein’ın Hollywood’dan sürülmesine kendisinin ve arkadaşlarının adının taciz skandalıyla anılmasına çok öfkelenmiş ve açıktan söyleyemediklerini filmine yedirmiş. Filmdeki  Polanski referansları en hafif tabirle tatsız. Hele Rick Dalton’un bir çocuk aktör  Trudi’yi doğaçlama/içinden geldiği için yere fırlattığı ve Trudy’nin “canım acımadı dizliklerim var” dediği ve gülüştükleri sahnenin bence özrü yok.  Tarantino “O zaman öyleydi; bu zamanın ruhuyla yargılanamaz. Çenenizi kapayın!”  diye film boyu genç Hollywood’u azarlıyor. Açıkçası ben, kadın oyunculara yazılan diyalogların kelime sayımı ile erkek oyunculara yazılanları karşılaştırmaya, çeşitlilik adına tarihi gerçekleri saptırmaya vesaire mesafeliyim ama dünün günahları o gün hep beraber oradaydınız diye de temizlenmez.

bir zamanlar h 2.jpg

Filme bu kadar eleştirel bakmamın sebebi Bir Zamanlar Hollywood’da’nın bir Tarantino filmi olması; yoksa filme bir enkaz demek haksızlık olur. Tarantino, 60’lar Hollywood’unu zihninde yeni yeniden kuruyor ve üç saat boyunca izleyiciyi bu yeni “mümkün ama pek de olası olmayan” sürüm içinde gezdiriyor. Oyunculardan aldığı performanslar da övgüye değer – özellikle Brad Pitt ve Leonardo DiCaprio’dan… Olay örgüsü yerine filmin ortasına yerleştirdiği “atmosferler arası ilişki” üzerinden filmini yürütmeye çalışması ve konfor alanının dışına çıkma cesareti de övülebilir. 3 saatlik film ritmsizliğine ve düşük temposuna ve zayıf olay örgüsüne rağmen görece eğlenceli ve şekerci dükkanı gibi bir cezbediciliği de var. Ancak yine de; Bir Zamanlar Hollywood’da bozuk niyeti, yanlış hedefe vuruyor olması, Tarantino’nun artık kendisiyle anılan özgün sinematik araçlarını işlevsizleştiren denemeleri ve mahalle kabadayısı tavrıyla Tarantino filmografisinin şimdiye kadarki en tatsız filmi...

Tempometre_5.png
AnlatımınNiteliği_İmgesel_2.png
FelsefiDerinlik_04.png
SinematikZenginlik_07.png

Puan:

7.JPG

Puanlama, 10 üzerinden yapılmıştır ve tamamen kişisel tercihlere dayanmaktadır. Notun belirlenmesi için kullanılan kriterler tamamen keyfi bir biçimde oluşturulmuş ve bu kriterlerin ağırlıklandırılmasında da benzer bir metodoloji kullanılmıştır. Puanlar, kategoriktir.

Fragman

I hate Hippies ! - Cartmantino