Dul Kadınlar – Widows (2018)
Yönetmen: Steve McQueen
Yıldızlar: Viola Davis, Michelle Rodriguez, Elizabeth Debicki
Bence: 12 Yıllık Esaret (2013), Utanç (2011) ve Açlık’ın (2008) yönetmeni Steve McQueen, önceki filmlerindeki derinlikli anlatısından uzaklaşıp bu defa ana akım izleyiciyi yormadan yanına almaya karar vermiş. Ana karakterlerin erkek olduğu bolca örneği olan “bir grup antikahramanın bir soyguna zorlanıp süreçte kahramanlaşmaları” filmlerine, ırksal gerilimler-kadının güçlenmesi perspektifinden yaklaşarak, çizgiye yeni bir örnek eklemiş. McQueen, aslında zengin olduğunu bildiğimiz alet çantasına uzanırken bu defa elini korkak alıştırmış; hem hikaye doğrusal ve hem çoğu sahnede gözünüzün yakaladığından fazlası yok – Immanuel Kant, Dul Kadınlar’ı izleyebilse; aklın anlama yetisi yeter, muhakeme yetisine gerek yok derdi muhtemelen.
McQuinn’in yeteneğine ve yine filmini karmaşıklaştırmadan anlatıya dahil ettiği ögelerin uyumuna diyecek bir şey yok ve film son tahlilde hedeflerine de ulaşıyor: Dul Kadınlar bir yandan izleyenlerin çoğuna eğlenceli gelecek ve diğer yandan McQueen’in politik mesajlarının tamamını taze taze izleyiciye taşıyacak.
Dul Kadınlar’ın, Hollywood klişeleri ve reçeteleri konusunda ikircikli bir tavrı var; bazı eskimiş formüllere izleyicinin gözüne soka soka karşı tutum alırken, ana akım izleyicinin beklentilerini tatmin edecek, onları rahatlatacak yolda tüm kemikleşmiş Hollywood reçetelerini ve klişeleri güzel güzel kullanmaktan da geri durmamış. Özet olarak; Hollywood sineması klişelerine karşı yükselen itirazları var, ama bu itirazlar “Aman tadımız kaçmasın Ali Rıza bey” seviyesinde takılıyor.
Filme anti-kahraman olarak başlayan başrolleri paylaşan üç kadın karakter kolayca beyaz sayfalar açıp bambaşka birer yeni insana kolayca dönüşüveriyorlar ve kadınlar dışındaki hemen herkes kötü karakterler. Üç kadın filmin önem verdiğini hemen baştan belli ettiği zamanın politik doğruculuk kuralları gereği bir klişe olarak üç ayrı ırktan: Biri beyaz, biri siyah, biri latin... İşin içinde hem paranın hem politik gücün olduğu, hiç tanımadıkları sert ve acımasız kanun-dışı dünyanın gediklilerinin hemen hepsiyle aralarında çıkar çatışmaları var. İşe kollarını sıvamalarının hemen ertesinde, nasıl oluyorsa birer kuantum sıçraması yaşayarak, dört yanlarını saran kötüleri gerektiğinde birbirlerine karşı kullanacak, gerektiğinde her biriyle ayrı ayrı mücadele edebilecek melekeler kazanıyorlar.
McQueen, ABD’nin günümüzdeki politik iklimini sunmak için, piramidin alt basamaklarına inip artık mikro düzeyde bir pencere açmış. Yerel siyaset savaşları ve mahalleler arası gelir uçurumları üzerinden beyaz nepotizmi, korumacılığı ile ırkçılığının karşısına; siyah inanç sömürüsü, vahşete yatkınlığı ve makyevelizmini koyarak iki tarafa da ağır eleştirilerde yöneltiyor.
Film, ırksal gerilimleri konu edinirken zaman zaman bugünün Amerikasında ırksal dayanışmanın kapsamını ve sınırlarını - ikiyüzlülükleri atlamadan- gösteriyor. İki tarafı da taşlarken, yine de tarafını belli etmek derdinde ve bunun için ana hikayeden sapmak pahasına bir çaba gösteriyor. Kör gözün parmağına klişelere de film, daha çok bu alanda dolaşırken rastlıyoruz – mesela siyahlara karşı polis şiddeti ana hikayeyle pek ilgisi olmaksızın anlatı ögesi olarak filme eklenmiş – bu parçayı hikayeye yedirmek için anlatım gereksiz kıvrılmalara maruz kalmış.
Dul Kadılar’daki oyunculuk performansları çokça övülmesine rağmen, çoğu karakter ancak bir ya da iki farklı karakter özelliği taşıyan kağıttan karakterler ve yine hemen hemen hepsi iyi ya da kötü olarak damgalanabilir. Senaryonun dayattığı bu derinliksiz karakterler oyunculara pek alan bırakmıyor zaten. Daniel Kaluunya’nın canlandırdığı Jatemme Manning harika bir psikopat ama sadece bir psikopat; Michelle Rodriguez “şimdi dişlerimi sıkıp, dudaklarımı gerip, gözlerimi pörtletip size kelimelerimi heceleyeceğim ve dediğimi yapmazsan ölürüz” benzeri her zamanki oyunlarını ısıtıp servis ediyor; Viola Davis filmi sanki taşıyacak gibi ama yaramaz öğrencilerini azarlayıp duran, kocasından yeni boşanmış mutsuz bir öğretmeni oynuyor gibi - ve filmin başındaki çığlığı felaket vs vs… Belki sadece Colin Farrell’ın oynadığı önemli ama ekran zamanı kısıtlı Jack Mullighan karakterinin bir derinliğinden bahsedilebilir.
Filmin, McQueen ve oyuncu kadrosunun hayal ettirdiklerinden sadece “koşuşturma heyecanı”nı sunabiliyor olmasına neden olan birkaç taammüden girdiği yanlış alan var. Tüm kötü adamları sırayla cezalandırmalıyım takıklığı filmin tadını kaçırıp tahmin edilebilirleştiriyor, hikayede delik açmamak için tuhaf karşılaşmaları zorluyor. Dul Kadınlar, “bakın bu doğru, bakın bu yanlış” tavrı ile bir sosyal sorumluluk projesi gibi; kör gözün parmağına kamu spotu-vari sahneleri var. Zaman zaman “Biz bu filmi yapanlar böyle insanlarız işte!” diye en yüksek perdeden bağırıyor. Colin Farrell, Daniel Kaluuya gibi başrolde olmayan yıldızları “bizim çocuklar için bir eğitim projemiz var” diyerek kandırmışlar gibi...
Dul Kadınlar, hedefleriyle karşılaştırılabileceği yakın dönem filmlerinden Ocean’s 8’e ders verecek kadar iyi, ama McQueen’in filmografisinde vasatın altında kalıyor.
Puan:
Puanlama, 10 üzerinden yapılmıştır ve tamamen kişisel tercihlere dayanmaktadır. Notun belirlenmesi için kullanılan kriterler tamamen keyfi bir biçimde oluşturulmuş ve bu kriterlerin ağırlıklandırılmasında da benzer bir metodoloji kullanılmıştır. Notlar nümerik değil, kategoriktir.
Siz ne Düşünüyorsunuz? Filmle ilgili tartışma sayfasına ulaşmak için tıklayınız.
Çok seslilik her zaman daha iyi!