El Royale’de Zor Zamanlar - Bad Times at the El Royale (2018)
Yönetmen: Drew Goddard
Yıldızlar: Jeff Bridges, Cynthia Erivo, Dakota Johnson
Bence: Dehşet Kapanı - The Cabin in the Woods (2012)’nin yönetmeni Drew Goddard’ın yeni filmi bir yandan inanç ve kurtuluş ile ilgilenirken uhrevi diğer yandan Sartre’ın “cehennem başkalarıdır”ını hatırlatarak dünyevi konularla ilgilenen; dokunmaya çalıştığı konuların niceliği ile kalabalık; zaman zaman tuhaf, Tarantino-vari bir arafta kalıp ateşle sınanma öyküsü... El Royale’de Zor Zamanlar, 1960’ların Amerika’sında iki eyalet sınırının üzerine yerleşmiş, içki ruhsatını kaybedip bir anda gözden düşen büyük El Royale Oteli’nde geçiyor. Otelin tam ortasından geçen sınırın bir tarafı “sıcak ve gün ışığı”nın toprağı Kaliforniya, diğer tarafı “umutlar ve fırsatlar” dünyası Nevada – işte El Royale bu iki dünyanın ortasındaki araf... Drew Goddard filminde pek çok ikiliği/karşıtlığı kullanarak metaforik anlatıma uygun bir ortam kurmuş; film, iyi-kötü, adil-adaletsiz, seçme özgürlüğü-seçebilme özgürlüğü, istiğfar-geçmişe perde, hakikat-algı gibi ikiliklerin, bunlar üzerinden kurulan farklı yaklaşımların sonuçları üzerine bolca düşünüyor.
İki saati aşan filmin, zamanda geriye dönüşler hariç dar bir alanda- sadece otelin içi ve otoparkında- geçmesi anlatısını zaman zaman tiyatroya yaklaştırmış. Tek mekanla sınırlanan filmlerde sıklıkla görüldüğü gibi El Royale’de Zor Zamanlar’da da; tartışma, manipülasyon, anlaşma, ayrışma, ittifak, ikna, itiraz ve aldatma üzerinden karakterlerin birbirleriyle ve kendileriyle olan ilişkilerinin dönüşümü filmin gelişim dinamiğini oluşturuyor. Filmde her karakterin eylemleri diğerlerine öyle bağımlı ki her karakterin diğerlerindeki algısı belirleyici bir etkiye sahip – Sartre’ı hatırlayalım. Sartre, “kızgın ızgaranın ne gereği var: cehennem diğerleridir” derken cehennemi, kendimizi diğer insanların gözünden kurmamız, kendimizi onların algısından görmemiz ve diğerleri ile aramızdaki farkı sosyal normlar ile eritmemiz üzerinden yaratmıştı.
Karakterler arası ilişkiler, akıl oyunları ve kurulup dağılan ittifaklara dayalı bir filmde oyunculuklar filmin çok önemli bir öğesi: Rahip Flynn rolüyle Jeff Bridges, küçük kardeş Rose rolüyle Cailee Spaeny, otel görevlisi Miles rolüyle Lewis Pullman’ın oyunculukları harikulade – ancak filmin en güçlü performansı Darlene rolüyle Cynthia Erivo’nınki... Filmin içine sokuşturulan karakterlerin şarkı söylediği, sinemayı şovlaştıran bölümlerden - ve tabii müzikallerden- çok hoşlanmasam da Erivo’nun hikayeyle bütünleşik performanslarından rahatsız olmadım. Buradan Lars Von Trier’e selam: “Anlamıyorum. Müzikallerde, niye bir anda şarkı söyleyip dans etmeye başlıyorlar? Yani.. Ben… Bir anda şarkı söyleyip dans etmeye başlamıyorum.” - Jeff / Karanlıkta Dans - Dancer in the Dark (2000) … Tabii El Royale’de Zor Zamanlar bir müzikal değil.
Filmin ilk yarısındaki Agatha Christie-vari bir gizem, erteleme ve karakterlerin arka planını açık eden zamanda geri dönüşler ile oluşturulan serim bölümü ile film kavramsal tartışmalarına dayanak oluşturacak, üzerinde yükseleceği bir kaide inşa etmiş. İkinci yarıda filmin “thriller” özellikleri öne çıkarken diğer yandan kurduğu çerçeve içinde fikir üretme ve yargılama yönü ağırlık kazanıyor. Bugüne uzanan ırksal konulardan, savaş üzerine düşünmeye, 60’lar Amerika’sından, otorite tarafından izlenmeye filmin üzerinden yürüdüğü çok kalabalık bir alan var. Ancak film tüm bu alanlarla ilgili düşünmek üzere yayılırken bazılarının üzerinde biraz ince kalmış – konuların hepsinin hakkını ağırlığı nispetinde vermemiş.
El Royale’de Zor Zamanlar’ın; kalabalık müfredat arasında en temel tartışma konusu-derdi insanın kendisiyle yüzleşebilmesinin, kendisi aşmanın yegane yöntemi olduğu. Yaptıklarından pişmanlık duyulması gibi dayatması ya da ruhun acıyla kavrulmasının bir gereği yok; ama filmin insanın farkında olmasına ve kabul etmesine değer verdiği açık... El Royale’de Zor Zamanlar, yeri geldiğinde kendiyle yüzleşmeyenleri cezalandırıyor. Bir çok sinemacının kamera-film-sinema ilişkisi üzerinden takıntılı oldukları “röntgencilik” konusu da filmin üzerine düşündüğü konular arasında.
Zamanda geriye dönüşler; karakterlerin - ve sembolize ettiklerinin- derinleşmesi, filmin boyutlandırılması ve bükülmelere uygun ortam sağlayarak öykünün izleyiciye açılmasında etkili ancak hem sıkılığı hem de ekran zamanı olarak biraz aşırıya kaçılmış - özellikle filmin son çeyreğinde. Hele film tempo kazanıp artık son düzlük koşusunu atarken araya giren flashback bence artık kurgu masasında kalmalıydı. Yine de bu kadar parçalı, uzun ve kalabalık filmde 2 saati aşan süresine rağmen her bölümünde sürükleyici – film boyu ilgiyi yüksek tutabilecek bir olay örgüsüyle öykü aktarılmış.
Gelelim bence filmin en büyük sorununa: Filmin parçalarının toplamı, filmin kendisinden daha güçlü... Filmi bir arada tutacak öğeleri toplayıp büyütecek bir bağ-doku sorunu var - filmin esas meselesinin kalabalık filmde kendisini büyütecek alanı bulamaması ve sıkışması bir sorun - taş o kadar çok sekiyor ki derinleşecek ne zaman ne alan bulamıyor. Film, ne kavramsal ne imgesel aktarım üzerinden geçtiklerini bir arada tutacak bir tazelik, bir fikir, bir yapı üretmemiş. Drew Goddard’ın çok fazla şeyi en önde tartışmaya çalışmasından dolayı filmin parçalarını derinde bir yerde bir arada tutan bir ağırlık merkezi yok. Ancak, filmde bükülme sayısı yüksek olduğu için film boyu izleyicinin olduğunu düşündüğü ile gerçekte olan arasında bir fark oluşuyor; bu sebeple El Royale’de Zor Zamanlar’ın ikinci izlemenin birinciden daha çok keyif verebileceği filmlerden olduğunu belirtmek isterim.
Tarantino etkisine dönecek olursak; filmin izleyicilere Nefret Sekizlisi – The Hateful Eigth (2015)’i ve Rezervuar Köpekleri – Reservior Dogs (1992)’u hatırlatmaması mümkün değil. Filmi yürüten diyaloglar Tarantino’nunkilerin kıvraklığından uzakta ve filmin Tarantino’nun şapkasından çıkartığı absürtten anlam çıkartan büyülü postmodern tavşanı eksik...
Etinin çörekotlu çatal tadında i vardı; tutmadı. Tutamaz da: Bir kraker eğer “çörekotlu çatal tadında” diye kendini pazarlıyorsa; artık çatal ile arasında bir hiyerarşi kurmuş olur- o, çatala benzemek için vardır ve varabileceği en yüksek mertebe (ideali) çörekotlu çatal kadardır. O zaman tüketici aslı varken suretine yüz vermez; ancak suret, aslının bulamadığı yerde/zamanda iş yapar. Bence El Royale’de Zor Zamanlar “Tarantino tadında”... Benzer bir memnuniyetsizliği Gölün Altında - Under the Silver Lake için “David Lynch tadında” diyen bir sinefil arkadaşımdan duymuştum - şimdi ne hissettiğini anlıyorum. Benim Under the Silver Lake ile ilgili görüşlerim daha müspet – nedenlerini onu yazarken paylaşırım.
Puan:
Puanlama, 10 üzerinden yapılmıştır ve tamamen kişisel tercihlere dayanmaktadır. Notun belirlenmesi için kullanılan kriterler tamamen keyfi bir biçimde oluşturulmuş ve bu kriterlerin ağırlıklandırılmasında da benzer bir metodoloji kullanılmıştır. Notlar nümerik değil, kategoriktir.
Siz ne Düşünüyorsunuz? Filmle ilgili tartışma sayfasına ulaşmak için tıklayınız.
Çok seslilik her zaman daha iyi!