filmekimi 2019 Dosyası
Parazit’ten Boyalı Kuş’a, Küçük Joe’dan Monos’a filmekimi 2019 dosyası…
1 - Parazit - Gisaengchung - Parasite (2019)
“Altın Palmiye’yi Cannes’dan ilk defa Güney Kore’ye getiren Parazit; komedi, gerilim, drama türlerinden unsurları bir arada kullanan sınıflar arası bir taşlama... Üst sınıfların alt sınıflarla ilişkilerinde körlüklerinin ve farkındalık eksikliklerinin, kendilerini “daha insan” görmelerinin ve aile dışı-sınıf içi ilişkilerindeki yapmacıklıklarının karşısına; alt sınıfların üsttekilere oranla kurnazlıklarını -ve beraberinde vizyonsuzluklarını, aile dışı-sınıf içi ilişkilerinde birbirlerine karşı gaddarlıklarını koyuyor. Ama; kötüsü olmayan bir hikayenin trajedi üretebilmesi ancak sistemin çürümüşlüğü ile mümkün… Parazit, Güney Kore’nin Yabancı Dilde En İyi Film Oscar aday adayı ve de şimdiden heykelciğin en güçlü adayı. yazının devamı ve filmin kendi sayfası için tıklayınız…”
“Bacurau; rüyanın içindeki kabusun içinde bir rüya… Taptaze bir anlatı içinde dolu dolu bugün... Türleri birbirlerinin içine geçiren Juliano Dornelles ve Kleber Mendonça Filho’nun filmi öfkeli ama eğlenceli, içine doğulan bugünün işleyişi üzerine şevkle tartışmaya hazır bir kolonyalizm, emperyalizm ve temelde burjuva kapitalizmi eleştirisi… Film, kapitalist ahlakın kendi doğası sonucu kurulan insanlar arası hiyerarşiye ses çıkartmayıp yine de moral üstünlüğü elinde tutmasına kızgın; başka olası varoluşları, ilişki çeşitlerini, sosyal yapılanmaları ve kooperasyon biçimlerini hayal etmeyi engellemesine öfkeli; sinemanın orta yerinden filizlenen sert ama kasvetten uzak, hatta umut dolu bir itiraz… Bacurau, kapitalizme itirazın bedeli olduğunu, mücadelenin de teslimiyetin de kanlı olduğunu ama son zamanlarda konuşulduğu gibi kapitalizmin sonunu hayal etmenin dünyanın sonunu hayal etmekten daha zor olmadığını iddia ediyor – en azından hayal ediyor. Bacurau, sistemin üstüne gelişine mukabele edip intikam almaktan da çekinmiyor ancak diliyle, atmosferiyle varlık nedeni temelde bir yüreklendirme… yazının devamı ve filmin kendi sayfası için tıklayınız…”
“Jerzy Kosinski’nin aynı adlı romanını Çek yönetmen Vaclav Marhoul beyaz perdeye uyarlayıp yönetmen koltuğuna oturmuş. 35mm siyah beyaz çekilen film ikinci Dünya Savaşı’nın sonlarında, savaşın başlarında kaçan ailesi tarafından yaşlı bir koruyucu anneye bırakılan bir çocuğun zorunlu yolculuğunu /oradan oraya savruluşunu ve yol boyu evrimini anlatıyor. Filmin ve kitabın adının neden Boyalı Kuş olduğunu film sert biçimde görselleştirilmiş – bir köylü yakaladığı kuşu boyayıp sürüsüne dönmesi için serbest bırakıyor; boyalı kuşu sürüdekiler didikleye didikleye telef ediyorlar. Dönem böyle; farklıysan başın büyük belada ve çocuk da farklı... yazının devamı ve filmin kendi sayfası için tıklayınız…”
“İlk filmi The VVitch ile yeni nesil korku türünün öncülerinden kabul edilmeye başlanan Robert Eggers ikinci filminde ilk filminin de ötesine uzanan bir anlatı kurmuş. New England açıklarındaki gri ve sert denizin ortasında bir ufak adaya yaşlı deniz feneri bekçisi Thomas Wake’e (Willem Dafoe) yardımcı olmak üzere genç Ephraim Winslow (Robert Pattinson) geliyor. İki adama bile dar gelen ada, kısa sürede delilikle aydınlanmanın, sanrılar ile hakikatin birbirinin içine girdiği bir mücadele alanına dönüşecek. Eggers hikayesinin ihtiyaç duyduğu sıkışmışlık hissini aşırı dar bir çerçeve tercihiyle artırmış; sesin sinemaya girdiği dönemde 35 mm filmin kenarına ses şeridi eklenince iyice daralan (1.19:1), 1920’ler ve 30’larda kalmış Movietone çerçeve oranını kullanarak klostrofobik atmosferini güçlendirmiş. Eggers bir yandan film yürüdükçe mengeneyi sıkıştırıp tekinsiz havayı körükleyeceği diğer yandan tanrı-kul, baba-oğul ve (Hristiyan anlamıyla) Baba – Oğul, efendi-köle, Prometheus-Zeus, ikiliklerini beraberce besleyip buradan bu ilişki biçimlerinin en ham halleri üzerine tartışabileceği sinematik bir dil kurmuş. Bu tartışmayı sıraya dizen, bir düzene oturtan senaryoda Herman Melville’in Moby Dick’inden Robert Louis Stevenson’ın Define Adası’na yıllanmış kitap kokusu var, ayrıca 19.yy deniz feneri günlüklerinden pasajlar olduğu gibi alıntılanmı… yazının devamı ve filmin kendi sayfası için tıklayınız…”
5 - Alev Almış Bir Kızın Portresi – Portrait de la Jeune Fille en Feu - Portrait of a Lady on Fire (2019)
Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi, 1770’in Fransa’sına oturmuş olsa da aslında 1770’in Fransa’sında geçmiyor; yazar-yönetmeni Celine Sciamma’nın yarattığı bir evrende geçiyor: Bu evrende bugünün kadınları, bugün kadın olmanın sorunlarını sırtlarına yüklenip 18. yüzyılın koşullarında var olabiliyorlar. İlişki kurma biçimleri ile ve sahicilik, bireycilik ve göreciliğe dayanan ahlaklarıyla bugünün kadınlarına - ve genel anlamıyla ruhuna - çok daha yakınlar... 18.yy’a ait kıyafetler giyip 18.yy erkek egemen toplumunda bugünden geçmişe taşıdıkları silahlarıyla delikler açarlarken aslında bugünün kadının önündeki sınırları parçalayıp 1770’in Fransa’sında özgürleşebiliyorlar. Film de bu vesile ile bugüne dair tartışmalar yapabiliyor; bugünün sinema izleyicisi ile akli ve duygusal –belki de bunlar aynı şey- ilişki kurabiliyor. … yazının devamı ve filmin kendi sayfası inin tıklayınız…
“Days of Heaven (1978) ve İnce Kırmızı Hat (1998) ve Hayat Ağacı (2011) ile tanınan Tarrence Malick son iki filmiyle beklentileri karşılayamamıştı ancak Malick’in dönüşü güçlü olmuş. Gizli Bir Yaşam, 2. Dünya Savaşı esnasında Nazi İdeolojisi Avusturya’nın damarlarına sızmışken Hitler’e bağlılık yemini etmeyen Avusturyalı Franz Jägerstätter’ın gerçek hikayesini beyaz perdeye taşıyor. Film, Franz tutuklu yargılanırken karısıyla birbirlerine yazdıkları mektuplar üzerinden kurgulanmış ve tüm şiirselliğine rağmen gerçekle olan bağını çok önemsiyor. Doğadan ögeler kullanmak, tartışmada inanç perspektifine alan açmak, şiirsel bir tını barındırmak gibi Malick anlatısının karakteristik özelliklerine Gizli Bir Yaşam’da rastlamak mümkün… yazının devamı ve filmin kendi sayfası için tıklayınız…”
“Joker, Venedik Film Festivali’nden Altın Aslan alarak bir çizgi roman karakterini beyaz perdeye taşıyan filmlerin şimdiye kadar kazandığı en prestijli ödüle uzandı. Ancak Joker’i hemen süper-kahraman/çizgi-kahraman filmleri türünü altına yerleştirmek yanlış olur; film, bu janrı besleyip - bence bir süredir yerinde sayan türe olası bir yön gösterse de temelde bir antikahraman’dan villain’a (kötü karakter) geçiş draması... Filmin çekirdeği taciz edilenin mütecavize dönüşmesi hikayesi, süper-kahraman janrına özgü, bu janr ile özdeşleşmiş, doğası gereği bu janra yakın duran bir hikaye değil. Joker, sinema evreninde V for Vendetta, Hiçbir Zaman Burada Değildin, Taxi Driver gibi filmlere alışıldık süper-kahraman filmlerinden çok daha yakın duruyor. Gotham gibi zor bir şehirde, anne ve baba travmaları ile yaralı, psikolojik rahatsızlıkların pençesindeki, toplum tarafından dışlanmış komedyen Arthur Fleck’in Joker’e dönüşmesinin hikayesini; filmografisinde Felekten Bir Gece – The Hangover serisi ve Git Başımdan! – Due Date gibi filmler bulanan ve komedi yönetmeni olarak bir kariyer yapan Todd Phillips yönetiyor. Joker’de hem yönetmenlik hem sanat yönetimi hem sinematografi hem başta Joker rolündeki Joachin Phoenix’in performansıyla oyunculuklar en üst seviye; film teknik olarak da belki en iyilerle beraber anılabilecek kadar iyi... Ancak yönetmen olarak harika bir iş çıkaran, zaten harika bir oyuncu olan Phoenix’ten de olabildiğince faydalanan Phillips’in hikaye anlatımı ve filminin üzerinde yükseldiği, arkaladığı değerlerle ilgili tercihleri arasında tartışılacak çok şey var… yazının devamı ve filmin kendi sayfası için tıklayınız…”
“Filmin odağında emekliliği yaklaşmış bir düz, yoz, Rumen polisi var; bu izleyicide kayıtsızlıktan başka bir tavır uyandıramayacak adam dünyanın ilgilenmediği bir yerde bir adi suça bulaşmış. Filme giren çıkan hiçbir kimse ilişki kurulabilir değil: İspanyol mafyası, diğer yoz Rumen polisler, fedailer, güzel ama çıkarı peşinde bir kadın, hapisten kurtarılması gereken bir başka iş adamı kılıklı çete üyesi… Herkes gri – ne sevilecek bir karakter var ne başına bir şey gelsin de içimin yağları erisin denecek biri var… Tam bütün bu olan biteni izleyici niye önemsesin ki derken film harika bir kara mizah dalgasına oturtuyor ve Altın Palmiye’ye nasıl aday olduğunu gösteren tertemiz bir anlatıyla, gelenekten de beslenen sıkı bir suç-mizah ritmi tutturuyor… yazının devamı ve filmin kendi sayfası için tıklayınız…”
“İspanya’nın Yabancı Dilde En İyi Film Oscar ödülü aday adayı Acı ve Zafer, Pablo Almodovar’ın kendi hayat hikayesinden besleniyor. Almodovar, filminin merkezine koyduğu yönetmen Salvador Mallo’nun hayatı üzerinden iki kanallı bir anlatı ile kurmuş: Birincisi; bir süredir üretemeyen, sağlığı bozulmuş, hastalık hastası 60’larındaki bugünün Salvador’u üzerinden akarken, ikincisi annesiyle tatlı ilişkisi ve mutlu ama fakir çocukluğu üzerinden yürüyor. Salvador’un bügünü ile geçmişi arasında yeniden tesis edilecek ilişki Salvador iyice içine kapanmışken iyi yaşlanmış bir filminin yıllar sonra özel gösterimine davet edilmesiyle kuruluyor. yazının devamı ve filmin kendi sayfası için tıklayınız…”
“Toxoplasma gondii yaşam döngüsünü iki hayvanda tamamlayan bir parazit… Farelerde başlayan ilk evrenin ardından üreyebilmesi için kedilerin sindirim sistemine ihtiyacı var. Parazit, yerleştiği ev sahibi farenin beynini etki ediyor ve içgüdüsel kedi korkusunu baskılayıp farenin koşa koşa bir kedinin dişlerinin arasına koşmasını sağlıyor. Küçük Joe Toxo parazitinin hikayesinden etkilenmiş bir taze bilim kurgu... yazının devamı ve filmin kendi sayfası için tıklayınız…”
11 - Köpekler Pantolon Giymez - Koirat Eivät Käytä Housuja – Dogs Don’t Wear Pants (2019)
Fin yönetmen J-P Valkeapää’nın sadomazo dünyasından topladığı ögelerle sıra dışına çıkarttığı anlatısı kamçı şaklamaları, ayaklar altında kalmalar ve türlü aşağılamanın hemen altında hayata karşı bir neşeli olumlama içeriyor. Göl evlerinin hemen önünde boğulan karısının yasını tutan orta yaşa merdiven dayamış cerrah (Juha) şans eseri genç bir dominatrix (Mona) ile tanışıyor. Juha için kayıpla baş etmesiyle ilgili bir işlevselliği olan sadist-mazoşist seanslar içeren buluşmalar, Mona için daha doğrudan bir tatmin aracı… Juha, Mona tarafından nefessiz bırakırken karısının ölümüyle arasında bir köprü kurabiliyor; beyninde azalan oksijenin etkisi ve beraberinde suçluluk duygusunu bastıracak bir ceza çekiyor olmasının verdiği rahatlamayla vefat eden eşi ile ilgili hülyalara kendini kaptırıyor. Buluşmalarında, özdeş olmayan iki parçanın aralarında kurdukları yapay hiyerarşiden buldukları doğal denge sayesinde bir tekliğe ulaşıyorlar. Bu çığır açan tekliği ilk tanıştıkları kurulumda sürdürebilmeleri mümkün değil ve hikaye bunu sürdürebilir hale getirecek uyumlanmayı göstermenin derdinde. Kabullenme ve yenilenme ile ilgilenen iyimser bir varoluşçuluk barındıran Köpekler Pantolon giymez; müzikleri, süssüz ama tempolu anlatımı ve çalmaya çalıştığı tüm zillere sinematik araçlarla uzanabilmiş yönetmenliğiyle benim için filmekimi’nin iyi yönde sürprizlerinden…. Tezatları ve ikilikleri bolca kullanan Valkeapaa’nın anlatısına nüktedanlıktan uzak ve ciddi İskandinav mizahının katkısı büyük…
12 - Yeni Baştan – La Belle Epoque (2019)
Yeni Baştan, Tim MacCarthy’nin romanı Kalanı’n ve Lanthimos’un filmi Alpeis’inin tonton yumuşak başlı dedesi gibi… Müşterilerini geçmişe diledikleri dönemde -setler kurarak- götürüp profesyonel oyuncuları yardımıyla diledikleri tecrübeyi tekrar tekrar yaşamalarına olanak sağlayan bir şirket fikrinden doğmuş. Bugünün teknolojik ve hızlı dönemine ayak uyduramayıp köşesine çekilen karikatürist Victor, onun hayattan bezmiş ve kopuk haline dayanmayan karısını en yakın arkadaşına kaptırıp evinden kovuluyor. Oğlu bu zor zamanında ona yeniden canlandırma şirketinden bir iki gece hediye ediyor, Victor da 50 yıl önce karısıyla tanıştığı günü tekrar kurdurmaya karar veriyor. Filmin başındaki parlaklığını filmin sonuna kadar koruyamasa da ve sonunda çok derinlikli fikirleri olmasa da nostaljik, iyi huylu ve yumuşak bir Fransız komedisi olarak hoş...
“Suç Mahali’nin ilk yarısı, fakir bir Fransız kentinde “karakolda bir gün” realite şovunun yeniden canlandırması hissi veriyor. Ancak filmin ikinci yarısında bu sıradanlık yavaş yavaş kendini gerçeklik hissine bırakınca ve filmin anlatısı yerli yerine oturmaya başlayınca Suç Mahali izleyiciye gerçeğin bıçak soğuğunu hissettirebilir… yazının devamı ve filmin kendi sayfası için tıklayınız…”
14 - İlk Aşk – Hatsukoi - First Love (2019)
Bir daha dövüşemeyeceğini yeni öğrenen genç bir şampiyon boksör ve mafyanın elinde köleştirilmiş borcunu ödemek için fahişelik yapmak zorunda bir kadın, ele yüze bulaşan bir mafyayı içeriden kazıklama işi, yoz polisler - çığırından çıkan bir Takashi Miike filmi daha. Good time ve Pulp Fiction’a biraz Japon çizgi romanı ve sınır tanımaz bir tavır…
“2014’te İnce Buz Kara Kömür ile Berlinale’den Altın Ayı kazanan Yi’nan Diao yeni filminde zaman zaman peşine düştüğü büyülü atmosferleri yaratabilmiş, şiirsel diliyle konuşabilmiş olsa da filmin tamamına bakınca çalışan bir bütünlük oluşturamadığı gözüküyor. Övgüye mazhar olan, iyi işleyen kimi ögelerine rağmen Güney İstasyonunda Randevu’nun Diao’nun filmografisinde üst sıralarda tutunması zor. Şehri sokak sokak paylaşmak üzere toplanan hırsızlık çeteleri anlaşamayıp sonunda kan akınca bir motosiklet çalma yarışmasıyla sorunu çözmeye karar veriyorlar. Bu esnada kahramanımız, yarış ölümüne bir mücadeleye döndüğünde yanlışlıkla bir polisi öldürmesiyle polisler, ailesi ve çeteler arasında sıkışıyor. Bu sıkışıklık içinde özgürlüğünün peşindeki bir hayat kadınıyla anlaşma yapmaya çalışıyor. yazının devamı ve filmin kendi sayfası için tıklayınız…”
“Lastik (2010), Yanlış (2012) ve Realite (2014) gibi komedileriyle tanınan Quentin Dupieux yine sürrealizme göz kırpan bir absürt komediyle Cannes’da boy gösterdi. Karısıyla ayrılık eşiğindeki George, orta yaş krizini aşmak ve kaybeden karakterinden sıyrılmak için kendisine 7.500 Euro’ya dandik bir retro deri ceket alıyor. Bu deri ceket ve ona sahip olmakla ilgili kendine ve cekete dönük bir takıntı geliştiriyor. Ceketin satıcısı George’a ceketin yanında bir el kamerası hediye ediyor. Arabasıyla vardığı rastgele bir kasabadaki rastgele barın barmaid’i Denise ile kimin kimi manipüle ettiği ya da ortada bir tür iki kişilik delilik (folie a deux) durumu olup olmadığının belli olmadığı bir ilişkiye girerler… yazının devamı ve filmin kendi sayfası için tıklayınız…”
17 - Tavşan Jojo - Jojo Rabbit (2019)
Hunt For the Wilder People ve What We Do in the Shadows’un Yeni Zelandalı yönetmeni Taika Waititi’den bir İkinci Dünya Savaşı taşlaması, hayaletleri hala Avrupa’da dolaşan Nazi sembollerini anlamsızlaştırmaya çalışan bir kara komedi… Waititi izleyicisini, kendini Hitler gençliğine ve işin coşkusuna kaptırmış Berlinli ufak bir çocuğun – Jojo’nun- dünyasına, yine Jojo’nun gözleri üzerinden sokuyor. Ancak orada bir sorun var; annesi Yahudi bir kızı tavan arasında saklıyor. Hayali arkadaşı Hitler ile çok iyi anlaşırken, tavan arasındaki kıza aşık olması filmin temel çatışması. Nazi gençlik kampı, yaklaşan Kızıl ordunun üzerine gölgesi düşen Berlin ve Berlin savaşı bu çocuğun filtresinden geçen uydurma dünyanın parçası olarak kuvvetli bir biçimlendirmeye tabii tutuluyor. Mizahı iyi, kasting çok iyi ancak Waititi’nin, Sam Rockwell’in oynadığı Nazi Yüzbaşı’yı niye temize çıkartma gereği duyduğunu anlamadım. Film hoş olsa da , mizahı saman alevi gibi ve derinlikli bir tartışması yok.
“Oda 212’den farklı bir perspektiften de olsa yine ilişkiler üzerine düşünen Sorry Angel (2018)’ın yönetmeni Christophe Honoré bu defa bir evlilik buhranını geçmişi yeniden düzenleyerek aşılabilmenin yöntemlerini soruşturuyor. Dün kurulan ve dün çalışan, bugünün atmosferinde bozulan bağların nasıl güncellenebileceği üzerine düşünüyor. Yumuşak bir atmosfer içinde monogami, bağlılık ile sadakat ilişkisi üzerine çok ciddileşmeden ve konusu ettiği sorunları büyük meselelere dönüştürmeden tartışıyor. Benzer filmler kurgulanırken daha yakın zamana kadar çoğunlukla ya sadakatsiz taraf erkek tarafı olur ya da kadınsa filmler bir noktada bu yeminini bozmuş kadını acımasızca cezalandırırdı. Sinema Fransız empresyonist sinemasından beri filmler hemen hep aldatılan adamların yanında, kadınlardan daha sıkı dururlardı. Oda 212’de evlilik boyu sıkı sadakati erkek tarafında, bol kaçamağı kadın tarafında görüyoruz. yazının devamı ve filmin kendi sayfası için tıklayınız…”
19 - Matthias ve Maxime - Matthias ve Maxime(2019)
Xavier Dolan benim sevdiğim ve filmlerini merakla beklediğim bir yönetmen… Kendisi niye oynuyor? Niye bu hikâye? Bu konunun neresi eksik kaldı da kendince bununla bir kez daha uğraşmaya karar verdi? Bir fantezinin canlandırması mı yoksa bu derinliksizliğin başka bir anlamı var mı? Hiçbir sorunun yanıtını ben veremiyorum. İki yakın erkek arkadaş bir öğrenci filminde rol gereği öpüşüyorlar ve aralarındaki ilişkide bir anda bir gerilim ortaya çıkıyor. Film bu gerilimin evrimiyle ilgileniyor.
“Frances Ha ile Mürekkep Balığı ve Balina’nın yazar-yönetmeni Noah Baumbach’ın filmi bugünün Amerikasında boşanma üzerine gidiyor ve Baumbach’ın bu konuda kendi hayatından da beslenen çok sert bir perspektifi var. Marriage Story ile ilgili söylenecek ilk şey; Adam Driver’ın performansı harika olduğu. Öyle ki; Oscar yarışında Joachin Phoenix’le mücadele edebilecek kadar iyi… Filmin oyunculuk cephesinin diğer ayağı Scarlett Johansson net bir biçimde çuvallamasa da, Driver’ın yükselttiği seviyeye yaklaşabildiği söylenemez. Ancak iki oyuncu da mükemmel performans verselerdi de filmi kurtaramazlardı; filmin potansiyeli zaten çok yüksek değil… Marriage Story, ilk görünüşünün aksine nevrotik ve aynı çikleti uzun uzun çiğnemekten sıkılmıyor. Ancak izleyici bu patinajdan ve Baumbach’ın oldukça kişisel hesaplaşmasından sıkılabilir… yazının devamı ve filmin kendi sayfası için tıklayınız…”
“Ve sonra Dans ettik tutucu Gürcistan’da özellikle devlet ve kilise cephesinden tepkilerle karşılanınca İsveç’in Yabancı Dilde En İyi Film Oscarı aday adayı oldu. Filmin çocukluğunda bir süre İstanbul’da da yaşayan Gürcü-İsveçli senarist-yönetmeni Levan Akin, 2013 yılında kilisenin organize ettiği bir saldırıyla yarıda kalan ve korkunç görüntülere sahne olan Tiflis’in ilk onur yürüyüşü ile ilgili görüntüleri televizyondan izledikten sonra böylesi bir film yapmaya karar vermiş. Film yaşananların sertliğini barındırmıyor, oldukça yumuşak başlı... Akin, geçmişte anne babası gibi Gürcü Ulusal Dans Topluluğu’na girip dünyayı görmek/açılmak isteyen genç Merab’ın üzerine bir hikaye inşa etmiş. Ve Sonra Dans Ettik, geleneksel olarak erkeklerinin güç, cesaret ve kardeşlik ruhunu kadınların da saflık ve yumuşak başlılığını vurgulayan Gürcü halk dansları üzerinden farklılığa pek izin vermeyen Gürcü toplumunun üzerine gidiyor. Gürcistan’da film devlet seviyesinde tepkiyle karşılanmış, Cannes Film Festival’ine kabul edildiğinde seyahat masrafları için fon bulmaları engellenmiş. Bu tepkiler sonucunda, filmdeki dansların Gürcü koreografı/koreografları anonim kalmayı tercih etmişler… yazının devamı ve filmin kendi sayfası için tıklayınız…”
22 - Dağ Evi - The Lodge (2019)
Filmin senarist-yönetmenleri; Severin Fiala ve Veronika Franz korku-gerilim janrını drama yanaştırıp, türün önceki tutan örneklerinden beğendikleri ögeleri toplayıp kullanmışlar: Bebek evi, medeniyetten uzak dağ evi kopukluğu, babanın hayatına yeni giren kadına kötü davranan çocuklar gibi... Hristiyan mitolojisi, aile bağları ve psikolojik sorunlar üzerinden gerilimler ile bu apart ögeleri kullanarak bir hikaye kurgulamaya çalışmışlar. Özgünlükten uzak yaklaşımı bir tarafa, topladıklarından da uyumlu ve akışkan bir birliktelik sağlayamamışlar. Filmin, bir derdi, bir tartışması yok; hissettirmeye çalıştıklarında yeni bir şey yok; deneyip de başarmadığı da pek bir şey de yok. Dağ Evi’nin varlık nedeni ve kurduğu film evrenin ne olduğu sorularının yanıtları zaten baştan zayıf... Filmin senaryosu da açıkçası pek parlak değil; evirilen, dönüşen, değişen ya da en azından beceremese de bir yönelimi olan hiçbir öge, bir irade yok filmde… Film yürümüyor; haller, durumlar, karakterler, atmosfer oradan oraya ışınlanıyorlar - bir dinamik yok, filmi taşıyacak bir motor yok.. Yönetmenlerin atmosfer yaratmadaki melekeleri de bu senaryo ile boşa düşmüş.
“Kolombiya’nın Yabancı Dilde En İyi Film Oscarı aday adayı Monos, Sundance’ten San Sabastian’dan Londra’dan prestijli ödüller kazandı. Ancak tüm bu ödüllere rağmen, Monos için bu senenin şimdiye kadar izleyicileri ve eleştirmenleri en çok bölen filmi diyebiliriz. William Golding’in romanı Sineklerin Tanrısı’nı bugüne taşıyan, Claire Denis’in harikası Beau Travial’dan da etkilendiği belli olan filmin yönetmen koltuğundan Brezilyalı yönetmen Alejandro Landes oturuyor. Latin Amerika’da dağlardaki bir yerlerde Amerikalı rehineden (ve bir inekten) sorumlu bir grup çocuk asker/milis ile ilgileniyor. Bu milis grubunun adı Monos (maymun). Çocukların üzerindeki tek otorite “Organizasyon”un superego gibi onları uzaktan dizginleme, sınırlama, disipline etme ve kullanma gayretine karşı çocuklar zaman zaman hedonist patlamalarla zaman zaman yaşama dürtüsü ile, zaman zaman çocuksu korkularla yoldan çıkıyorlar. Film bu yoldan çıkışlar esnasında, bireyselliği ezen savaş koşullarında dürtüselliği ve insan gaddarlığının sınırlarını tartışıyor. Filmin, çocukların kendi aralarındaki güç oyunları üzerinden hem savaşla hem anarşizmle hem doğru ile yanlışın göreceliliğiyle ilgili söyleyecekleri var… yazının devamı ve filmin kendi sayfası için tıklayınız…”
24 - Görünmez Yaşam – La Vida Invisiel – Invisible Life (2019)
Yönetmeni Karim Ainouz’a Cannes’dan Belirli Bir Bakış Ödülü kazandıran Görünmez Yaşam, Brazilya’nın Yabancı Dilde En İyi Film Oscar’ı aday adayı melodramik bir kız kardeşlik hikayesi... Huzurlu baba evleri, kardeşlerden birinin (Guida) bir Yunan denizciyle kaçmasıyla ortasından çatırdıyor. Hayali Avusturya’da piyano eğitimi almak olan diğer kardeş Euridice, bu gidişin de etkisiyle evleniyor – niye? Bunu filmden sonra (!) Ainouz’a sormak gerek, böyle olduğunu bir karakterine sadece söyletiyor. Hayalini kovalarken düz-adam kocasının baskısıyla(!) hamile kalıyor; çocuk sahibi olmak ve aile baskısı hayaline ket vuruyor. Guida ise - sürpriz sürpriz – karnında çocuğuyla kocasından ayrılmış kaçtığı baba evine geri dönüyor. Geçen yüzyıldan kalma babası onu kovunca – sürpriz sürpriz 2- fuhuşa başlıyor. Bu noktadan sonra iki kız kardeşin birbirlerini aynı şehirde bulamazken hayatlarında devamlı hep yek atmaları ile film melodramın iç kıyıcı aşamalarına tek tek tamamlıyor. Filmin bir noktadan sonra tek amacı izleyiciyi üzmek – Çağan Irmak sevenler bu filmi kaçırmasın diyoruz.
“Dardenne kardeşlerden bir felaket… Uzun süredir izlediğim en kötü niyetli, en sığ, en zayıf filmlerden biri… Cannes Film Festivali’nde En İyi Yönetmen Ödülü’nün bu film üzerinden Dardenne kardeşlere verilmesi bence skandal. Film boyu vasat, final sahnesindeki felaket yönetmenliğe rağmen kazanılan bu ödülün açıklanabilir bir tarafı olduğunu düşünmüyorum. Genç Ahmet, bu kadar ağır, çok boyutlu, kördüğüm olmuş bir konuyla ilgili ahkam kesiyor - sorun üzerine film boyunca tartıştığı bir şey yok ve film kendinden emin. En ufak bir ahlaki ikilem ortaya koymuyor, bir tartışma alanı bir çatışma bile yok. Arkadaş arasında konuşmalardan, altı dolmamış kişisel kanaatlerden Danning-Kruger etkisinden muzdarip bir film ortaya çıkartmışlar…. yazının devamı ve filmin kendi sayfası için tıklayınız…”
Siz ne Düşünüyorsunuz? Filmle ilgili tartışma sayfasına ulaşmak için tıklayınız.
Çok seslilik her zaman daha iyi!