Gün Batımı - Napszállta - Sunset (2018)
Yönetmen: László Nemes
Yıldızlar: Juli Jakab, Vlad Ivanov, Evelin Dobos
Ödüller: Venedik F.F. - FIPRESCI Ödülü, Pekin F.F. - En İyi Yönetmen, Sevilya F.F. - En İyi Avrupa Yapımı
Bence: Yönetmen László Nemes, daha ilk filmi Saul’un Oğlu (2015) ile Yabancı Dilde En İyi Film Oscarı ve Cannes Film Festivalinde Jüri Büyük Ödülüne layık görülmüştü. Nemes ikinci filmi Gün Batımı’nda bir kez daha; kitabi bilgiler üzerinden kavradığımızı sandığımız, yakın geçmişin (20. yüzyıl) bugünü kuran dönemlerinden birinin ruhunun kokusuyla sinema salonunu doldurmayı amaçlamış. Nemes, bugünün ruhunu (tinini) geçmişe doğru eğilimler ve kırılmalar üzerinden takip eden bir arkeolojik çalışmanın sonuçlarını sinema diline döküyor; seyirciye kendi geçmişinin hayaletlerini tebelleş etmeye çalışıyor. Nemes’in atomize, benliği parçalı, yaşadığı büyük travmalarla zeminini kaybetmiş bugünün bireyine; hangi yollardan geçip bu haline erdiğini göstermekle ilgili bir derdi var. Nemes, kimi taze kimi çürük, kimi kullanışlı kimi safra üstüne yığılmakta olan veri kümeleri altında ezilmiş; orada bir yerde bir gerçek olduğu fikri ile bağı zayıflamış, toplum ile alışverişini azaltmış ve kendine (kendi gibilere) dönmüş, umutlarından çok korkularının harekete geçirdiği, kendini öteki üzerinden tanımlamaya teşne, ortak hülyalardan sıyrılmış bugünün bireyine pencereler açarak; ilk filminde 1940 yangınının, ikincisinde 1913’ün umut ve kendine güvenle parlayan ancak alttan alta habis habis fokurdayan toplumunun kokusunu ulaştırmaya çalışıyor. İki filmiyle, geçmişe dönerken zamanda çizgisel hareket ederek değişimi dönüşümü göstermek yerine, izleyiciyi büyük kırılmalara gebe iki döneme batırıp çıkartmış.
İlk filmi Saul’un Oğlu’nda toplumsal düzeni sarsan, rasyonalizmi ve ilerlemeci yaklaşımlara darbe vuran, modernizmi sakat bırakan, dünyanın kutbunu kaydıran ve bugünün postmodern dünyasını tohumlayan 2. Dünya Savaşı’nın orta yerine –savaşın, şan ve kahramanlıkla ilişkisinin tamamen koptuğu döneme- uzanmıştı. İnsanlığın dibi görüp yeni düzenin kurulumda belirleyici olacak serbest düşme halini beyaz perdeye çağırmıştı. Şimdi Gün Batımı’nda, Saul’un Oğlu’ndan geçmişe doğru bir büyük adımla bu defa 1. Dünya savaşını öncesinin bir yandan şık, umut-var, vaatkar, kendini kurmaya çabalayan, zihnen ve bedenen dinamik ve üretken, hatta bazen incelikli diğer yandan yıkıcı enerjilerin biriktiği, içten içe kaynayan, kendini yıkmaya namzet habis potansiyelin şişmekte olduğu 20. Yüzyılın başına -1913 yılına- 1. Dünya savaşı arefesine uzanıyor. Nemes, dönemin ruhunu damıtmak için aristokrasinin son kalan dişlerini tamamen söken, İmparatorluklar yıkan savaştan hemen önce Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun ikinci başkenti Budapeşte’ye tezgah açmış.
Nemes, film-uzayını baş karakterinin, Irisz’in etrafına kuruyor – film, kendini ana karakterin hemen dışı ile çok derinine girmeden biraz içinde kendini açıyor. Nemes’in kamerası da baş karakterinin çevresinden; yüzünden veya omzunun üstünden pek ayrılmıyor – dönemi izleyiciye hap gibi atacak (ve bir yandan tamamen kendi vizyonunu dayatacak) şehir manzaralarıyla, dönemin simgeleri trenler makineler ve dönüşen şehrin kilit taşlarıyla, Budapeşte Belle Epoque’unun sokak detaylarıyla vesaire ilgilenmiyor. Pek çok sekansta izleyicinin malumatı Irisz’in algısına bağımlı: Irisz, ne zaman içine dönse, o anki baskın edimi düşünmek olsa çevresi (net alan derinliğini daraltmak suretiyle veya çerçeve seçimleriyle) neredeyse kayboluyor ancak Irisz bir şeyle ilgilenirse izleyici o şeyi – nesneyi, mekanı, kişiyi, olayı, eylemi- görebiliyor/duyabiliyor. Seyirci, Irisz bakarsa bakıyor, Irisz görürse görüyor. Irisz (Iris, Iridos, Iρις) kelime kökü itibariyle gökkuşağı demek ve görme eylemiyle direkt ilişkili; Irisz karakteri, filmdeki birazdan değineceğim pek çok işlevinin yanında, dönemin karmaşık yapısını ögelerine, prizmanın ışığı tayfına ayırdığı gibi ayırma işlevini de üstleniyor.
Filmin içinde büyüyeceği öykü, çevresine örülecek tartışmanın yanında olağanca yalın; 2 yaşındayken ailesini kaybetmiş Trieste’ye evlatlık giden Irisz yetişkinliğe* adım atınca Budapeşte’ye dönüyor. Dosdoğru ailesinin ölmeden sahibi olduğu hala soyadlarını taşıyan Leiter isimli üst sınıflara hizmet veren şapkacıya gidiyor ve burada çalışmak istiyor. Şapka, zaten takanın sınıfı ve kendisini topluma sunumu ile ilgili bir sembolken, şehrin merkezindeki şapkacı dönemin toplumsal kodlarını izleyiciye iletmek için de iyi bir oyun alanı sunuyor. Mağaza sahipleri (küçük burjuva) çalışanları (işçi sınıfı) ve müşteriler (aristokrasi/büyük burjuva) ile döneme sınıfsal ilişkiler – hatta bir oranda dönemin (mümkünse) sınıfsal geçişkenliği- perspektifinden bakmaya uygun bir alan açıyor. Nemes’in, dönemin umutlarını, ortak hülyalarını göstermesine ve sınıflar arası olası geçişin bedelini, geçiş gibi gözükenin diğerlerinde yarattığı illüzyonu tartışmasına da zemin hazırlıyor. Şapkacı bir yönüyle hülyasına kapılanlara tehdit bir şeker kaplı nesneleşmiş bir umutlar evi iken, Nemes, 20. Yüzyıl başında sınıflar (ve her türlü farklılıklar) arasında biriken gerilim ve bu gerilimin içinde barındırdığı yıkıcı gücün muazzamlığını göstermek için farklı mekanlara uzanıyor. Şapkacı ve içindekiler ile avanesi; dönemin içinden geçtiği zamanı işlerken tüm bereketin, şıklığın, parıltının ve zenginliğin biriktiği taraf, ancak bu işlemenin cürufu şehrin ve toplumun başka kesimlerinde biriktikçe insanlık kaçınılmaza yavaş yavaş yaklaşıyor. Bir nevi, adım adım geliyor gelmekte olan… Gerilimin enerjiye dönüştüğü, yıkıcı uyanışın başladığına delalet sahneler ağızda dönemin gebe olduğu mezalimin tadını, yürekte dehşetini bırakıyor.
Gün Batımı’nın zaten diyalog açısından minimalist olan senaryosunda başta yerleşik düzenin ayrıcalıklıları ve gaspçıları olmak üzere düzenden az çok tüm beslenenlerin Irisz’e defaatle “Buradan git” diyerek onu uzaklaştırma çabası, Nemes’in aynı cümlenin altını tekrar tekrar çizdiğini gösteriyor. Düzenin sahiplerinin Irisz’i ve getirdiği devrimi/dönüşümü/tetikleyiciyi/anahtarı (ne derseniz deyin) denklem dışına itme çabaları; Platoncu düşünce şemsiyesini kapatan Kant’ın aydınlanma tanımıyla, Irisz’in karanlıklardan çıkıp gelişiyle, ışıkla ilişkisiyle, aydınlanma gayretiyle ve Irisz’in uyandırdıklarıyla beraber değerlendirilmeli...
Irisz bu ortamda bir erkek kardeşi olduğunu öğreniyor ve onun peşine düşüyor- Irisz ve erkek kardeşine bakınca tekliğin içinden doğan iki karşıt parça ve Hegel diyalektiğinden şüphelenmek için elimizde her türlü işaret var. Ailenin soy adı Leiter Almanca hem merdiven hem önder, şef, yönetici hem iletken anlamına geliyor. Nemes bir kelime oyununu da Irisz’in medeniyete döndüğü şehir Trieste üzerinden kurmuş; Trieste proto-latince “pazar yeri” demek ancak latin dillerinde üzüntü anlamına gelen kökle olan fonetik benzerliği üzerinden bir oyun kurmuş. Irisz, karanlıktan peçesini atarak ışığa ve “insanlık sahnesine” dönüyor. Irisz’in mitolojiden beslenen bir diğer anlamı “tanrılar ile insanlar arasındaki haberci” ve Irisz karanlıktan aydınlığa vararak bir uyanışın parçası, denkleme giren eksik parça ve gerilimin uyuyan taraflarının uyandırıcısı oluyor.
Nemes, Irisz’in hikayesinin ne arka planını ne çevresini saranların motivasyonlarını izleyiciyle paylaşıyor– Irisz bizim için bir muamma. Ama Irisz zaten kendisi için de bir muamma ve Budapeşte’ye döndüğü zaman bir beyaz sayfa – tabula rassa- gibi... Nemes’in Gün Batımı’na gömdüğü bir diğer soru da şu: Varoluşçu filozofların dediği gibi bir özümüz yok ve yaptıklarımız mı bizi belirliyor yoksa idealistlerin iddia ettiği gibi yaşadıklarımız aslında özümüzün her tecrübe de kendini adım adım ifşa etmesi mi? Cevabını – sorduğu diğer sorularda yaptığı gibi- izleyiciye bırakıyor. Aynı varoluşa fırlatıldığımız hayatta olduğu gibi oldukça sınırlı bilgi ile yürüyoruz film boyu, bu izleyicinin muhakemesine ve kendi filmini yaratmasına alan açıyor...
Film, merkezdeki Irisz’i izleyiciye açtıkça – tüm gizemi içinde Irisz adım adım bir nebze olsun anlaşılır oldukça- dönemin ruhunu anlatan çeper silikleşiyor. Film; kitaplarda yazan olgular, veriler değil de dönemin ruhu üzerine kendi perspektifi üzerinden konuşurken bu defa Irisz’in kim olduğu ve ne istediğine dair oluşan kanaatler kırılıyor ve Irisz tekrardan göreli olarak belirsizleşiyor. Heisenberg’in parçacıkların hızı ve konumu arasında kurduğu belirsizlik dengesini Nemes, özne ve toplumsal sistem/yapı arasından kurmuş. Irisz’in netleşirken silikleşen arkaplan içinde genç kadının sembolik anlamı güçleniyor; tersi durumda Irisz belirsizleşirken bu defa dönemin Irizs üzerindeki etkisi billurlaşıyor. Fokurdayan kazan içinde; bireysel tin ile toplumsal tinin birbirlerinin etrafında dönüşüne; dansına tanıklık ediyoruz. Müthiş bir sinematik tecrübe…
Nemes altından zemini çekilen insanın yalnızlığını da denkleme büyük ağırlıkla yerleştiriyor; kamerayı konumlandırdığı yer ve kamerayla Irisz’i kovalarken kameraya söylettikleri, karakterle kamera arasında koruduğu mesafe ve kurduğu kompozisyonlar ile izleyicide uyandırdığı bireyin kırılganlığı hissini güçlendirmek için perçin üstüne perçin atıyor. O dönemle, bu dönem arasında altı çizilen bunca farka rağmen; bugünle dün bu kırılganlık üzerinden öpüşüyorlar. Nemes Irisz’i; yabancı, bilinmezlikle dolu dünya içinde diğer insanların arasından geçerken, onlarla etkileşirken, onlardan uzaklaşırlarken, onlara kavuşurken veya kayıtsızlıkla etraflarından dolaşırken uzun çekimler boyu kamerayla kovalamış. Nemes bu kovalamaları kurgularken bir gezegenin diğer gezegenler ve yıldızlar arasında hareketinden esinlendiğini söylüyor. Bir galaksinin içinde tüm hareketlilikten ve kütlelerden etkilenen bir yalnız gezegen; evrenin ululuğu, gücü ve kayıtsızlığı düşünülünce kırılgan ve yalnız...
Nemes’in küçük bir öykü etrafına ördüğü evrenin izleyiciye açıklığı ve büyük anlatıların tıkandığı dönemi kendi büyük konuşan bir sinamatik lisanla aktarması hayranlık verici... Gün Batımı ile ilgili birinin sürpriz-bozan (spoiler) vermesi mümkün değil; Nemes filmin pek çok alanını izleyiciye kendi doldurması ve kendi filmini yaratması için bırakmış. Gün batımı’nın yaşattığı tecrübenin büyük kısmı hissettirmek üzerinden inşa ediliyor ve dolayısıyla kelimlerle aktarması zor.
Gelelim filmin adına – Gün Batımı. Niye? Çok açık: Nietzsche’ye göre; kendi döneminde; uygarlık öğleden önceyi yaşamaktaydı: Bizi (ve gerçeği) aydınlatan ışık artmakta gölgeler henüz tamamen yok olmasa da küçülmekteydi. Güneş yükseldikçe gölgeler küçülecek ve tam öğle vakti gölgeler en küçük hale gelecek ve kendi aklını kullanmaya cüret eden insan dünyayı olabildiğince aydınlatcaktı (dünyada olabildiğince aydınlanacaktı) – belki köle ahlakından kurtulacak, tin deve-aslan-çocuk evrelerini aşacak üstüninsan doğacaktı. I. Dünya Savaşı; bir yandan II. Dünya Savaşı’nın ve dolayısıyla soykırım ve şehirleri ahlaksızca yok eden atom bombasına giden yolu açan yuvarlanmanın başlangıç noktası öte yandan aydınlanmanın çocuğu modernizm için de sonun başlangıcıydı. 1. Dünya Savaşı ile; güneş tepeye çıkıp insanlığı tamamen aydınlatamadan, batmaya başlıyordu – rasyonalizm, aklın hükmü ve aydınlanma, Nietzsche’ye göre tinin gelişimi, insanın kendi hatalarından, belki kurulumundan gelen kusurlarından çöküş yoluna giriyordu. Bir gün batımı evresi başlıyordu – zifiri karanlığı; toplama kamplarından taşınan küllerde ve Nagazaki semalarında fisyon ışımasının yaktığı gözlerde görecektik. Nemes’in filmi gün batımı evresine geçtiğimiz dönemin tinini sunuyor, o dönemin ruhunu duyumsatmaya çalışıyor...
Puan:
Puanlama, 10 üzerinden yapılmıştır ve tamamen kişisel tercihlere dayanmaktadır. Notun belirlenmesi için kullanılan kriterler tamamen keyfi bir biçimde oluşturulmuş ve bu kriterlerin ağırlıklandırılmasında da benzer bir metodoloji kullanılmıştır. Puanlar, kategoriktir.
Siz ne Düşünüyorsunuz? Filmle ilgili tartışma sayfasına ulaşmak için tıklayınız.
Çok seslilik her zaman daha iyi!