Her Şey Her Yerde Aynı Anda - Everything Everywhere All at Once (2022)
Yönetmen: Dan Kwan ve Daniel Scheinert
Oyuncular: Michelle Yeoh, Stephanie Hsu, Ke Huy Quan
Bence:k Her Şey Her Yerde Aynı Anda (HŞHYAA), ortaklıkları öğrencilik yıllarına dayanan, kariyerlerini müzik klibi yönetmenliği üzerine inşa edip ilk filmleri gerçeküstü dram-komedi Swiss Army Man’in özgünlüğüyle sinema dünyasında isimlerini duyuran ikili Daniels’ın (Daniel Kwan ve Daniel Scheinert’ın) ikinci uzun metraj filmi… Film, paralel evrenler fikrini Matrix’in omurgası üstüne serip, sinemada zaman yolculuğu damarından topladıklarına da Bergsoncu öznel zaman kavramını aşılamış ve böylece tek bir insanın pek çok versiyonunu aynı düzlemde kullanabilme/araştırabilme imkanını kendine sağlamış. Bu imkanla film, günümüz düşünce dünyasının temel tuzaklarından nihilizmi, bireyi yalnızlaşmaya ve umutsuzluğa sürükleyen tıkanıklarla beraber, zaman zaman abuklaşma hakkını da kendisinde gören, komedi-macera tonlu bir kungfu aksiyonu içinde büyük bir gürültüyle tartışıyor. HŞHYAA, dünyada yerini (ahlakını ve değerlerini) ararken hem aşkın tanrısını hem tanrı-sonrası pusulası “aklı” (ve insan merkezli dünya görüşü hümanizmi) güvenli limanlar olarak yitirmiş bugünün insanının anlam arayışı üzerine etkisi olan günümüz düşünce ikliminin gerilimleri ile ilgilenirken; Nietzsche’nin güç istencinden (ve tabii kişiyi kendi potansiyelini bulmaya yönelten Deleuzeyen yorumundan) varoluşçuluğa, Camus’nün absürdizminden (ve Sisifos Söylemi’nden) günümüzde güçlenen sahicilik-görelilik akımlarına pek çok perspektif ve düşünceye ses vereceği bir münazara masası kuruyor.
Film, gençliğinin baharında ailesine karşı çıkarak o zamanki sevgilisi şimdiki eşiyle Çin’den Amerika’ya göç etmiş, şimdi hem alt (Z kuşağı, queer kızı) hem üst (gelenekçi ve doğulu babası) jenerasyonlarla ve eşiyle tüm iletişim yolları tıkanmış; kuralcılığı ve katılığı -kurallar ve hayatın katılığı - içinde sıkışmış ve bu haliyle bir şeyler umut etmek için kendine pek de bir alan da bırakmamış Evelyn Wang etrafında örülüyor. Bugün durduğu yerde “kendisinin en kötü versiyonu” olmaya aday bir kuru temizleme salonu işletmecisi olan Evelyn’in sistem ve iktidarla da başı sorunlu. HŞHYAA, Evelyn’in bireyleşme, özgürleşme olanaklarını paralel evrenler arası hareketin kurduğu düzlemi kullanarak ve filmin geçtiği çoklu evrende ürettiği “büyük krizin” katalizör etkisi altında araştırıyor. Bu kriz aslında günümüzde bizim düşünce iklimimizin büyük krizinin bir gölgesi ve anlatıdaki krizin oluşturduğu durumlar aslında bugün bizim düşünsel krizimizin tartışılacağı bir masaya imkan sağlıyor. Filmin oyuklarını deliklerini pek umursamadığı belli olan anlatısı, bir yaz kokteylindeki meyve suyu gibi, esas kafa yapacak - zihni bulandıracak ve zorlayacak - olan tartışma masasının sertliğini azaltmak ve filmi yutulur hale getirmek üzere bir tempolu komedi-aksiyon olarak kurgulanmış. Film, yeni denenen her kokteyl gibi ilk yudumlarının izleyicisine yabancı gelmesine razı olsa da çok bekletmeden çarpmaya başlayıp izleyicisini sokmak istediği zihinsel duruma yudum yudum, sahne sahne yaklaştırıyor ve izleyicinin tartışmaya girebileceği esnek alanlar bırakıyor.
Filmin hazmı kolaylaştırıcı, eğlenceli, janjanlı kaplama kağıdını dışarda bırakırsak; filmi ayakta tutacak iskeleti olan münazara masası düşünce tarihi ile de yakın ilişkide. Film kolayca yüzeyinde donabilecek tartışmasını hareketlendirmek ve alevlendirmek için başta anlatının merkezindeki Wang ailesi mensupları sonrasında diğer karakterlerin üzerine ayrı ayrı tarihsel perspektifler giydiriyor ve perspektifleri birbirlerine çarpıştırmaya başlıyor, tutunamayanların düşüşüne de izin veriyor.
Her Şey Her Yer Aynı Anda, türlü türlü yabancılaştırmalarıyla; film içinde kullandığı yazılar, ekran içinde ekranlar, epizodik anlatımıyla; geçmişten getirdiklerini birbirine iliştirerek kurduğu yama-işi (patchwork) anlatısıyla; tür sinemasını ve kendisini ciddiye alan her şeyi tiye alan müstehzi tavrıyla; çok sayıda perspektiften seslenmesi ve büyük anlatıların hiçbirine yüz vermemesiyle hem ruhen hem de biçimsel olarak tam bir postmodern sinema örneği.. Geleneksel ve modernist bakışlar yerine postmodern perspektiflere uygun olarak film; denklikler, belirlenimler, hakikatler, çizgisel ilişkiler ve belirli sınırlar yerine olasılıklar, stokastisite ve rastsallık, süperpozisyon (aynı parçacığın [varlığın] aynı anda birden fazla durumda [konumda/yerde] olabilmesi durumu) üzerinden bir dil kurmuş. Böylesi çok topu aynı anda havada tutmaya baştan karar vermiş bir filmi yapmaya cüret etmek bile takdiri hak ediyor.
Tartışma alanındaki sinemasal araçların ağırlığı, ancak filmin biriktirdiği kültürel referanslar, kültüre kaynamış ve belli düşünce perspektifleriyle özdeşleşmiş anahtar kavramlar, belli düşünce kalıplarına işaret eden sanat eserleri (başta diğer filmler [Matrix, Ratatouille, 2001 bir Uzay Macerası, Jurassic Park vb.] ve kitaplar [Kayıp Zamanın İzinde - Proust vs.]) vesilesiyle saflar netleştikçe ve perspektifler çeşitlendikçe artıyor. Bu perspektifler saf değiller, film birkaç yakın duran bakışı aynı karakter içine yerleştirmiş. Filmin merkez karakteri Evelyn Wang’ın kocası (hem gerçeği hem paralel evrenden gelen versiyonu), babası, kızı ve iktidarı temsilen vergi memuru ile ilişkileri arasında kurulan gerilimler filmin tartışmasının temel hatlarını oluşturuyor.
Matrix, Ratatouille, 2001 Bir Uzay Macerası, Jurassic Park, Kayıp Zamanın İzinde vs.
〰️
Matrix, Ratatouille, 2001 Bir Uzay Macerası, Jurassic Park, Kayıp Zamanın İzinde vs. 〰️
Böylesi postmodern bir anlatı yapısı ve postmodern bir tartışma zemininde tabii ki postmodernizmin büyük dedesi Nietzsche olmalıydı. Nietzsche’nin “Güç İstenci” mevhumu, Nazilerin kullandığı biçimiyle çatışma ve iktidar kurma ve ötekini ezmekle ilişkili değil, “tam potansiyeline” ulaşmak üzerine isteklerle ve harekete geçmekle ilgili… Evelyn Wang’ın kendisinin olası evrenlerdeki en kötü versiyonu olması – ve bunun filmde açıktan dile gelmesi- filmin güç istencinin Deleuzeyen yorumunu benimsediğini açığa vuruyor. Filmin evrime ve zamana bakışında da Bergsoncu bir tavır var: Farklı evrenlerdeki sosis parmaklı insanlar vs klasik evrim bakışıyla ulaşılabilecek sonuçlar değil; Bergson’un önde sürdüğü saçılma ve oluşla hayatın dağılması ile ancak HŞHYAA’daki gibi paralel evrenler oluşabilir. Filmin zamanla ilişkisi de kronometreyle ölçülen akıp giden fizik biliminin konu aldığı kronosla (Yunancadaki üç zaman tanımından biri) ilişkili nesnel zamanla değil, Bergsoncu süre kavramına paralel öznel zaman ile uyumlu. Bu bakışa göre zaman arazi böler gibi bölünebilir bir şey değil ve oluş ile ilişkili. Dışarda kendi kendine akan bir şey değildir ve öznel. Filmde kullanıldığı haliyle zaman Herakleitos’un 52. Fragmanında da geçen aion (Yunancadaki üç zaman kavramından ikincisi) kavramıyla ilişkili; Fragman şöyle diyor: “Zaman (aion), taşları ileri geri sürerek oynayan çocuktur. Krallık çocuğundur.”.
“Zaman (aion), taşları ileri geri sürerek oynayan çocuktur. Krallık çocuğundur.” Herakleitos
〰️
“Zaman (aion), taşları ileri geri sürerek oynayan çocuktur. Krallık çocuğundur.” Herakleitos 〰️
Film, rolleri dağıtırken en büyük gerilimi de Evelyn ile kızı Joy arasına yerleştirmiş; film de yavaş yavaş bu tansiyonun iki kenarı arkasında birikiyor: Bir tarafta zeminsizleşme, çevre ile birey arasında yükselen kayıtsızlaşma ilişkisi ve dolayısıyla yalnızlaşma, biriken risklerin ucunda bekleyen hayal kırıklığından kaçma sonucunda ortaya çıkan -belki bir oranda da sistemin içine kaynayıp da kurulu öznelikten kaçınma arzusu- evrensel değerlerin tamamen kaybolduğu, her şeyin anlamsızlaştığı koyu bir nihilizm var. Bu nihilizm filmde her şeyi yutan bir kara delik bagel/simit olarak nesneleşmiş ve nihilizme sarılmanın temelinde, getirdiği duyarsızlaşma ile devamlı düşme, tutunacak dal bulamama hissini bertaraf etme arzusu var.
Diğer tarafta; yaratılan anlamın ne olursa olsun övülmesi ile Camus’cu Absürtizm ile “bunların hepsi benim suçum diyerek” özcülüğü reddedip kararlarıyla kendisini kurmaya göz kırpan varoluşçuluk bir araya geliyorlar. Seçilmiş kişi - filmin Ms.Neo’su Evelyn– bu anlamı kendine bulma yoluna çıkan kişi olarak Joy’un kara deliğine ve o karadelik içindeki anlamdan uzak hayata karşı çıkıyor.
Bir diğer önemli gerilim hattı yine Evelyn ile Jamie Lee Curtis’in canlandırdığı vergi denetim memuru Deirdre arasında kuruluyor. Deirdre ile Evelyn arasındaki hiyerarşik ilişki Deirdre’nin Evelyn’i kendi diline zorlaması ile derinleşiyor. Lacan’a göre bilinçdışımızı örgütleyen dil, aynı zamanda iktidarın kendi sürekliliğinin dili -yani iktidar ile dil(i) arasında doğrudan bir ilişki var (muhalefetin iktidara ait olan velev ki’leri, yerli-milli söylemi, beka söylemini kullanması foucaultcu gözle bakınca ne kadar ahmakça…), Foucault için de iktidar tepeden inme değil aslında toplumun kendisinin, ne’liğinin bir sonucu… Bu haliyle Deirdre, Evelyn’in üzerindeki kılcal iktidar ağının baskısını ve toplumun normlar koyan ve bir yola zorlayan etkisini de gösteriyor. Deirdre Evelyn’i kendi istediği/kendine uygun yere çekmek için baskılarken amacı Evelyn’in bireyliğini ortadan kaldırıp onu iktidarın devamını sağlayacak bir “kurulu özne”ye dönüştürmek. Vergi memuresi, buna direnen Evelyn’i HŞHYAA’da Jurassic Park’a bir referansla, bir velociraptorun insanları binaların içinde arayıp kovaladığı sahnedeki gibi ofis içinde arayıp kovalıyor - yakalarsa tüm gazabıyla onu yok etmek üzere…
Deirdre karşısında Evelyn’in İngilizcesinin hatalarla dolu olması; kurulu özneliğe karşı bireyleşmeyi savunan Deleuze’ün dilin yersizyurtsuzlaşması ve minör edebiyat* bakışıyla bir direnç oluşturmak fikrini filme yerleştirerek, Evelyn’in kurtarıcı rolünü pekiştiriyor. Deidre’nin yıllar boyunca kazandığı en iyi vergi memuru ödülünün bir buttplug şeklinde olması, filmin iktidarın kendini devam ettirmek için kurduğu düzene olan bakışını gösteriyor. Bu nesne Çehov’a referansla “bir sahnede bir buttlug varsa o mutlaka patlar”dan hareketle bir noktada kendine uygun bir yer de bulacak.
*sabitfikir için Minör Edebiyat üzerine hazırladığım infografiğe ve yazıma buradan ulaşabilirsiniz
Evelyn’in boşanmak üzere olduğu eşi Waymond, bu varlık (ya da varlık-oluş) probleminde varlığın ne’liğine fazla ağırlık verdiği ve bu problemler üzerine düşünebilir bir metafizik alanı reddettiği – belki de bu metafizik alana giremediği - için tartışmanın yapıldığı alanlara nüfuz edemiyor; film ona ne olup bittiğini açmıyor. Tartışmaların hep dışında kalıyor, olan biteni tam olarak kavrayamıyor; onun söylediklerini herkes duyuyor-görüyor ama o metafizik alanla arasına koyduğu mesafe yüzünden başkalarının söylediklerine kapalı kalıyor. Tıpkı geçmişte kalan düşünürler gibi; biz onları duyabiliyor tartışmalarımızda kullanabiliyoruz ama onlar bizi duyamıyorlar ve kullanıp dönüşemiyorlar. Aynı filmdeki Waymond gibi. Waymond, bir noktada beşinci elementi, Aristoteles’in ether’ini, diğer dört elementi bir arada tutacak beşinciyi; tüm sorunlara çözüm olarak masaya sürüyor. Ancak tabii o birleştirici gücün hümanizm tornasından geçmiş ve insan merkezine tıkıştırılmış, 5. Element (1997) filmi versiyonu (insani) sevgiyi sorunlara çözüm olarak sunuyor. Ama filmin gözünde bu çabaları bugünün düşünce ikliminde karşılık bulmuyor. Film birkaç defa “hepimiz küçük ve aptalız” diyerek hümanizme ve genel anlamıyla modernizme karşı pozisyon alıyor da zaten.
Evelyn’in babası ise, en azından bir süreliğine filmde, zamanında terk ettiği geleneksel bakışı ve aşkınlığı temsil ediyor. Her şeyin birbirine karıştığı ve zeminsizliğin çözümsüzlüğü dayattığı bir anda film Evelyn’e “Babamın sözünü dinleyip gitmeseydim” dedirterek tanrının kaybına bir ufak ağıt da yakıyor – bu tabii Nietzche’nin “Tanrı öldü, onu biz öldürdük”ü ile de ilişkide. Modernizmin yanılgılarını göstermekten beslenen bugünün post-yapısalcı düşüncesini içinde barındıran Joy ile tartışmaları esnasında – daha doğru kelime “neticesinde” olabilir- Evelyn, babasını aşacak. Aynı baba dönüşerek bu defa transhümanizm formunda geri gelecek ama film bu yeni fikre de pek yüz vermeyecek.
Film, son saflar belirlendikten sonra aileye ve annelik gibi “doğal” sevgilere yönelse de, bunu da, diğer her türlü benzeşerek uzlaşmaları reddettiği gibi reddediyor. Benzeşmek, bir noktada buluşmak, herkesin uyacağı bir tek noktayı arama gayretinden – ve modernist ütopyalardan - vazgeçiyor. Ve film, nihilizmin karadeliğine karşı aynılaşma yerine farka yüzünü dönüyor. Fark ve tekrara; tekrardaki farka. Ne’liğe değil oluşa; taş sahnesindeki gibi beraber durmaya değil bir farkla düşmeye... Film için, işlerin yoluna girmesinin anlamı bir noktada buluşmaksa, aynılaşmaksa; yoluna girecek pek de bir şey yok.
Son bir not: Bizler hayatlarımızda verdiğimiz kararların doğruluğunu sonradan değerlendirirken bir kesinlikten bahsedemememize neden olan bir kısıt ile karşı karşıyayız; her değerlendirmemiz bu aşılmaz duvar yüzünden güvenilmez. Bizler verdiğimiz kararın sonuçlarını yaşıyoruz, ancak seçmediğimiz alternatif yolların sonuçlarını geriye dönüp aynı koşullarda test edemeyeceğimizden herhangi bir anda elimizdeki seçeneklerin olası sonuçlarını sahih bir biçimde tartamıyoruz. Buna karşı-olgusallık problemi (problem of the counterfactual) deniyor. Ancak HŞHYAA’nın yarattığı film-evren, paralel evrenler arası seyahate uygun bir doğaya sahip ve bu sayede bu problemi radikal biçimde aşıyor. Tek karakterin (Evelyn Wang’ın) hayatı boyu verdiği kararların farklı sonuçlarını aynı anda görebiliyoruz; bu sayede film, içinde alınan kararların sonuçlarının ölçülüp sıralanabildiği bir evrene sahip. Tabii HŞHYAA bu problemin aşıldığı ilk film de değil; Kelebek Etkisi (2004), Sliding Doors (1998) gibi film-evrenlerinde bu problemi sınırlı da olsa aşmış filmler de görmüştük.
Puan:
Puanlama, 10 üzerinden yapılmıştır ve tamamen kişisel tercihlere dayanmaktadır. Notun belirlenmesi için kullanılan kriterler tamamen keyfi bir biçimde oluşturulmuş ve bu kriterlerin ağırlıklandırılmasında da benzer bir metodoloji kullanılmıştır. Puanlar, kategoriktir.
Siz ne Düşünüyorsunuz? Filmle ilgili tartışma sayfasına ulaşmak için tıklayınız.
Çok seslilik her zaman daha iyi
Bonus: Daniels’ı üne kavuşturan müzik videolarından DJ Snake ve Lil Jon’ın Turn Down for What şarkısının klibi: