Kızıl Gökyüzü - Roter Himmel - Afire (2023)
Yönetmen: Christian Petzold
Oyuncular: Thomas Schubert, Paula Beer, Enno Trebs
Ödüller: Gümüş Ayı - Büyük Jüri Ödülü - Berlin F.F., Altın Ayı - En İyi Film - Berlin F.F. (Aday)
Bence: Phoenix, Barbara, Undine ve Transit’in yönetmeni Christian Petzold’un Berlin’de Altın Ayı için yarışıp Gümüş Ayı - Büyük Jüri Ödülü’nü alan Kızıl Gökyüzü, bu yıl benim beklentilerimi aşan İstanbul Film Festivali’nin tepesindeki çileğiydi. Kızıl Gökyüzü, açılış vaatlerinin ötesine hızla geçerek, insan ilişkileri başta olmak üzere tüm ilişkilerin dünyamızı ve ufkumuzu dönüştürme gücü üzerine düşünüyor ve önsezilerin aksine dünyanın sabit ve tamamen verili olmadığını tartışıyor. Zamanla kireçlenen zorunlu olmayan dinamikleri, öz ya da değişmez evrensel sabitlerden sanan insan aklına da bir eleştiri bu… Kızıl Gökyüzü, tartışmasının film boyu derinleşmesine rağmen satirik tonu ve yumuşak atmosferiyle tüm izleyici profillerine de uygun.
Kızıl Gökyüzü, anlatısı bir tarafa kendisini dönüştürme becerisiyle sinemasal olarak bir anlam ifade ediyor. (Başlangıçta) kurduğu evren, bir mutsuz-huysuz-kabuklu ama potansiyelli merkez karakter etrafında bro-mance’e de bulaşan bir romantik-komediyken; filmin her alanında karşımıza çıkan yangının üzerinden geçtiği her şeyi geri döndürülemez bir biçimde dönüştürdüğü gibi film de üzerine düşündüğü her öğesini geri döndürülemez biçimde dönüştürüyor. Artık tadını tuzunu (belki conatus’unu) kaybetmiş romantik-komedi türünün kendisini de bu esnada tutuşturup sinemanın aşk ile ilişkisine dair yeni perspektifler açarak, ama bununla sınırlı kalmayarak, sınırda gezip yeni alanlar açan her sanat eseri gibi ardında cevaplardan zor sorular, henüz yeni keşfedilmiş ve işlenmemiş-üzerine düşünülmemiş gerilimler ve kırılmış dağılmış eski inanışlar bırakıyor. Kızıl Gökyüzü, kendimizi kandırıp tek gerçek/ gerçekliğin tek yolu sandığımız uyduruk düzenlilik yerine gerçekliğin özsel manada biçimsiz ve önden belirlenmemiş kaosuna izleyicisini maruz bırakıyor. Ancak hayatın özünü oluşturan (ya da özsüzlüğüne kanıt olan) bu kaosu izleyici üzerine kontrolsüzce boca etmiyor; bunu sadece koklatıyor. Eski kireçli yapıyı bozup kendi evrenini bir kanıt olarak dağınık bir masa gibi izleyiciden uzakta kurup; emek verip düzenleme tercihini izleyicisine bırakıyor. İzleyici artık kendi isterse emek verip bunu zihninde kendince derleyip düzenleyip yine kendi için anlamlı hale getirebilir. Bir filmin kendisini böyle dönüştürebilmesi büyük bir sinemasal güç gerektirir.
Film, insan ilişkileri (ve hayatın tüm öğelerinin ilişkileri) ve ilişki dinamikleri üzerine kalıp dışı düşünmesine -ve bunları hayal edebilesine- imkan veren bir beşliyi adım adım toplayıp bunlara romantik komedi janrının konvansiyonlarını parçalatıyor. Kızıl Gökyüzü, romantik komedilere dair normları – ve üzerinden de sırasıyla bizim hayatımıza dair klişeleri, bu işlerin/ilişkilerin doğası/kanunu zannedilen dinamiklere dair putları kırıyor; vizyonu genişletiyor. “Tek” (cevap) sanılanları “herhangi bir”e dönüştürüyor. Kızıl Gökyüzü, Leon ve Felix’in Felix’in annesinin Baltık kıyısındaki sayfiye evine gidişleriyle bir Bromance atmosferiyle ile başlayıp Nadja’nın katılımıyla anaakım romantizme ve Leon’un huysuzluğu ile büyüme hikayelerine meyledip, x-faktör olarak plajın cankurtaranı Devid’in ve en son da yeni düzenin platosunu kurmaya Leon’un yayımcısı Helmut’un masasına katılmalarıyla ilk açılışın vaat ettiğinden uzaklaşacak evreninin dinamiklerini kuruyor. Film, klişelerine aşina olduğumuz anlatıdan uzaklaşarak yaratıcılık, oluş, hümanizm, duyarlılık ve ilişkiler gibi konular üzerinden bir bütün olarak günümüz normları üzerine düşünmeye başlıyor.
İlk kitabıyla başarıyı yakalayan Leon’un laneti şu; erken başarısı tüm ilgisini kendisine çevirince Leon kendisinin de parçası olduğu/içinde bulunduğu oluşlardan etkilenmeyi bırakmış. Ne orman ile denizin ve bunların birbirilerine dokundukları yerin ürettikleri ne film evrenin mitolojiden ve peri masallarından kendine kattıkları ne aşk ne yangın ne de Leon’un çevresinde örülen neredeyse nefes alan bir organizma gibi canlı yeni ilişkiler ağının dinamikleri Leon’u silkeleyip algısını tıkayan ve kendi içine çökmesine ve körleşesine neden olan iç kurulumunu sarsamıyor. Yeni mikro-cemiyetin ortaya çıkarttığı yeni ufuklar da Leon’un taşlarını yeniden dizemiyor. Ağzına tıkadığı benmerkezci çaputla cennetin orta yerinde susuz kalıyor. Benmerkezciliğine eşlik eden kibri kendisini saran dünyayla arasındaki kol boyu mesafeyi koruyor. Bunun yanında dışarda başkalaşıma uğrayan evrenin, zihinlerin, ufukların, ilişkiler ağının ve normların Leon’a difüzyonla da olsa uzanması Leon’un pasif agresifliğine ve üstenciliğine takılıyor. Film; baş karakterinin kopukluk krizi üzerinden bir antikahramanın melodramik öyküsü ve dönüşümü olarak ilerlemek yerine; dışarda üreyen yeni zihinsel koloni ve bunun ürettiği yeni tartışmalar/gerilimler ile ilgilenmeyi tercih edince Kızıl Gökyüzü kendi içerisinde çiçek gibi açmayı başarmış. Leon ve onun karadelik gibi çevresindeki tüm oluşların etkisini ona ulaşmadan yutan bozukluğu, büyük resimde büyük denklemin sadece bir parçasına indirgenmiş.
Leon, hayatın akışının büyük nehrinde hareket etmeyip ona çarpan oluşlara direnen, sadece kendisini bilen bir kara taş gibi; beklenmedik ev arkadaşı Nadja ise bunun aksine coşkun nehirle birlikte akışta ve çevresiyle ilişkide -o akışla beraber- var oluyor. Leon ne sınırları belli ve katı bir nesne olarak var olmaya ve özsel bir tavırla durmaya çalışıyorsa Nadja da o kadar akış içinde oluşta varlık kazanıyor. Nadja fiilken (var olmak), Leon isim olmanın derdinde (varlık)… Leon’ın dışarıyla arasına çizdiği sınırlar kendisini yalnız bırakan ve küçülten duvarlar olarak kendisini kendisine hapsediyor. Film, Leon’un duyarsızlığını ondan yaratıcılığını alarak cezalandırıyor - ya da duyarlılık ile yaratıcılık arasında bir karşılıklı besleme olduğunu düşünüyor.
Petzold, elementler üçlemesinin ikinci filmi Kızıl Gökyüzü’nde bu defa suya yönelmiş; fotoğraf öğrencisi/sanatçısı Felix bir kısa bocalamadan sonra suya bakan insanları fotoğraflayarak ve su üzerine portföyünü yapıyor. Her şey iyi görünse de bir eksik var; Felix su ile ilgili düşünürken buna sadece insan üzerinden baktığı için suyun kendisini unutuyor; bu açık bir hümanizm eleştirisi… Felix koca okyanusu unuturken diğer yandan yangın da göğü mahşere çevirmeden ve bir trajedi, bir küçük Pompei hikayesi üretmeden yeterince yaşam ilgi çekemiyor. Filmdeki insanlar o yokmuşçasına yaşamaya devam ediyorlar. Burada görmezden gelinmeye devam eden iklim krizinin anti-hümanist bir perspektifle filmin geniş açısı içine düştüğünden bahsedilebilir. Nadja, su ile ateşin buluştuğu yerde yaşayan bir mitolojik peri gibi; hem ateşle hem suyla ilişkili: Nadja, akşam sabah Kırmızı elbisesiyle deniz kıyısı ile yanan orman arasında gidip geliyor; gündüzleri denizin kıyısında bir dondurma standında çalışıyor, gece ise kızıl saçlarıyla aşkın ateşini yakıyor - bu aşk zihni bedenin günahından temizleyen steril romantik aşk değil, gayet bedeni ve tutkulu bu dünyaya ait zamansal bir aşk.
Puan:
Puanlama, 10 üzerinden yapılmıştır ve tamamen kişisel tercihlere dayanmaktadır. Notun belirlenmesi için kullanılan kriterler tamamen keyfi bir biçimde oluşturulmuş ve bu kriterlerin ağırlıklandırılmasında da benzer bir metodoloji kullanılmıştır. Beğeni çok kişiseldir ve bu bölüm yazının en değersiz parçasıdır. Puanlar, kategoriktir.
Siz ne Düşünüyorsunuz? Filmle ilgili tartışma sayfasına ulaşmak için tıklayınız.
Çok seslilik her zaman daha iyi