Sarı Hayvan – Um Animal Amarelo - A Yellow Animal (2020)
Yönetmen: Felipe Bragança
Oyuncular: Higor Campagnaro, Isabél Zuaa, Catarina Wallenstein
Bence: Brezilyalı yönetmen Felipe Bragança’nın dördüncü uzun metrajı 39. İstanbul Film Festivali’nde Altın Ayı için yarıştı. Sarı Hayvan, genç bir Brezilyalı yönetmenin dedesinden (‘tarihten’ diye de okunabilir) kalan yük/mirasla, kötü şöhretli Kolomb Takası (üç köşeli Atlantik köle ticareti) rotalarından Brezilya-Portekiz-Mozambik’te geçen döngüsel hikayesi, özellikle beyaz Brezilyalı olmak kimliği üzerinden bir kolonyalizmle yüzleşme tartışması olarak başlıyor. Günümüz Brezilyalılarının, Avrupa-Doğu Afrika-Amerika Yerlisi kazıklarının arasında sıkışıp kimliksizleşmesi gibi yerel duran hikayeyi Bragança’nın gerçeküstü - zaman zaman absürt zaman zaman libidinal zaman zaman masalsı ögeler kullanan biçemiyle alıp götürdüğü yerde filmin dili Portekizcenin ötesine taşıyor. Bu adım adım küreselleşen sinemasal dil, geçmişle hesaplaşma konusunda yeni şeyler söylerken eski ve yeni dünya başta olmak üzere yerkürenin her yerinde kendisine hedefler buluyor. Sarı Hayvan, geçmişin hayaletleri ve yükleri konusunda geçmişten bugüne uzanan içi boşalmış kanonunu, baştan kabul edilen şablonları bir tür sinematik yapısöküme uğratıyor. Geçmiş ile artık nasıl yüzleşilemeyeceği üzerinden kayarak bugün ne yapmalı üzerine tartışıyor.
Sarı Hayvan, Brezilya’ya zaman ve mekan bütünlüğü içinde bakıyor. Bugünün faşist, çürük postallı Başkan Jair Bolsonaro’nun Brezilyası ile dünün Afrika’dan çıkan, insan onurunun en aşağı nesnesi köle gemilerinin yanaştığı Brezilya’ya, cuntanın Brezilyasından katledilen milyonlarca yerlinin Brezilyasına tüm zamanı, süreksizliklere rağmen beraber, aynı düzlemde ele alıyor. Tarihin kırıkları olsa da dönemler arası taşınan yükleri ve acıları, kırıklar arasından sızanları, bizzat kırılmayı yaratıp yeni yapıya neden olan kuvvetleri önemsiyor. Bugünün ortalama Brezilyalısının doğar doğmaz sırtına geçirdiği kimlikle ilgileniyor. Brezilya’nın Portekiz sömürgesi günlerinden bugüne bir yüzleşmeden fazlasının peşinde; bunun için soğuk ve renksiz ve yaşanan acıları taşımakta mahir realizm ile arasına mesafe koyuyor ve tartışmasını içine sığdırabileceği biçimsel tercihlerine ve anlatısına alan açan gerçeküstü bir dil kullanıyor.
Bragança, olay örgüsünü pitoresk bir fantezinin içinde dokumuş. Brezilyalı, beyaz, genç yönetmen Fernando’nun sömürenlerden sayılabilecek – sonradan yine kültürün çarkları arasında aynı zamanda bir oranda kurbanlaşacak yüreksiz yaşlı beyaz adam dedesinin lanetini nesneleştiren koca bir insan femur kemiği Fernando’ya miras kalıyor. Fernando’nun yanında taşıdığı insan femuru, dedenin ona bıraktığı sosyal sınıfı, ayrıcalıkları, ötekilere çektirdiği acıları (ve daha az da olsa kendi çektiklerini), yaptığı zulmün mirasını sembolize ediyor ve bunları olduğu gibi Fernando’ya yüklüyor. Bir geriye doğru izi sürülebilecek aile mirası da Fernando’nun aşk hayatı ile ülkenin yükleri arasında bağ kuracak Afrikalı tanrı-hayalet formunda bir vajina dentata… Bu kıllarla kaplı tanrı-hayalet, yönetmenin (Brezilyalıların) bir ilişki kurmasını (gelecek inşasını) engelleyecek şekilde hayatına giren kadınları yutuyor. Tanrı-hayalet’in köklerini bulmak ve dedesinin “zengin, ayak ve gaddarlığı”nın mühürlediği laneti yaşamak için yönetmen beş parasız (sömürüden birikmiş maddi olanaklardan azade) yola koyuluyor. Bu yeniden Doğu Afrika’ya ayak basma hamlesi bir yönüyle de ataları gibi bir tür zenginleşme hayalleri de taşıyor…
Amnezi ve acıdan türemiş hummalı bir çılgınlığın ürünü Brezilya’dan yola çıkıp, tarihsel yüklerinden kurtulmak için önce Mozambik’te eski kölenin kölesi olmayı deniyor-kabul ediyor. Ama bu en uç noktasında aşırı af dileme pozisyonu bugünü temizleyemeyecek; Brezilyalı ne kadar uğraşırsa uğraşsın sorun şu ki dün bugünden tamamen kopuk değil. Özrünü dilediği şeyin hala kapanmamış bir parantez olması özrünün altını boşaltıyor: Mozambik’e bir kez daha felaket olarak çöken beyaz adam bu defa tetiklediği ve umursamadığı iklim krizi üzerinden Mozambik’i vuran hortumlar ülkeyi alt üst edecek – Fernando’nun hayallerini de. Brezilyalı, bu defa yükünü Portekiz’e dökmeye çalışacak ama nafile; sorumlu olan Portekiz’in dünü bugün bunaklıktan mustarip kalın kafalı bir iktidarsız. Portekiz’in ilişki kurabileceği yüzü de bugünü kapitalizmin ortasında, kalbini yakutla değiştirmenin derdinde seksapeli yerinde ama dünyayı tamamen araçsal gören bir kadın… Elinde sıcak patatesle kalan Brezilyalı, sıkıştığı mengenenin iki ucunda duranlarla sorununu çözemeyince bu defa kendi yüzleşmesinin peşine düşüyor. Sarı Hayvan, burada kükreyecek ve esas sorusunu soracak: Yüzleşmek çözüm mü?
2. Dünya Savaşı ertesinde Alman sanatçılar, yaşanan trajedinin Alman toplumunun sırtına koyduğu yüke yaklaşımla ile ilgili iki ana patika oluşturdular. Bir grup Zero (sıfır) hareketini kurdu. Bunlar, bu yükün taşınamaz olduğunu ve ancak beyaz bir sayfa açıp her şeyi sıfırlayıp acıları geride bırakırlarsa toplum olarak bir gelecek kurabileceklerini düşünerek soyut alanlara yöneldiler. Buna karşılık, aralarında Anselm Keifer, Joseph Beuys’un da bulunduğu bazı sanatçılar da aksine, yüzleşmenin daimi kılınması gerektiğini düşünerek felaketin yörüngesinde eserler verdiler. Dünün yapısında sorumluluğu kucaklarında kalan toplumların önünde iki yol vardı; beyaz sayfaya karşılık yüzleşme...
Bugün 50’lerden 60’lardan farklı; Sarı Hayvan, beyaz sayfa açacak kadar pişkinliğe tenezzül etmezken, yüzleşmeye de el yıkamak olarak bakıyor ve düpedüz karşı çıkıyor. Sömürü, yağma ve hırsızlığı hangi eylem temizleyebilir– unutturabilir, aşabilir, üstüne çıkabilir. Bugün elden ne gelir? Filmin, hiçbir şey yapmasa içi rahat değil, bugünün kavramları-yapısı içinde yapabileceklerinin etkisi yok. Bu sıkışmışlık içinde düşünüyor film.
Özür, yüzleşme, unutma, bastırma gibi seçeneklerden uzak duran Sarı Hayvan’a göre; insan olmanın toplumsal bilinçdışı ile ilişkisi ve varlığın kendisini kurarken çevresinden kurtulamayışı beraber düşünüldüğünde bu sıkışıklıktan çıkış ancak mevcut paradigmanın yıkımı ile mümkün. Kafası karışık mazlum-gaddarlar olarak mazlumluğumuzla gaddarlığımızı yıkayıp bugün tanımladığımız şekliyle benliğimizi aşındırıp bu çizik dolu yüzeylere kimliğimiz diyoruz. Bu aşındırma önümüze beyaz sayfalar açmayacak, aksine okunaklığı azalsa da orada olan, vahşet hikayeleri karalamalarıyla dolduracak önümüzdeki aynayı. Sarı Hayvan’a göre artık yeniden yapılandırma, bir daha kurma yetmez; ölüm şart…
Bu ölüm içinde bulunduğumuz paradigmanın ölümü, verdiği ödev de içinde bulunduğumuz paradigmanın dışına çıkmamız mümkün olmadığında onun siyanür hapı olmak… Yeterince çoğalırsa her şey zehirli olur; benzerlerinle birikip paradigmayı ve bu paradigmaya dair kavramları zehirleyip öldürmek… Olduğumuz haliyle bugünkü beni öldürmek. Yenisinin temellerine atılabilecek yapısal malzemeyi düşlemek; yarın öbür gün yenisi inşa edilirken yıkıntıların arasından, molozundan, hurdasından toplanabilecek bir şeyleri bugüne bırakabilmek. Filmin önerdiği ölüm; böylesi bir ölüm. Yüzleşip temizlenme illüzyonu yerine, ölüp o günaha girmiş yapıyı kendinle beraber mezara götürmek. Pirenin kendisiyle beraber yorganı yakması.
Tarih geçmişe bakılarak yazılmaz, gelecek tahayyülüne bağlı olarak tarih tekrar tekrardan yazılıyor hep. Özür artık bugün yetmez, ellerimiz yıkamak o yumruyu temizlemez, kendi yüzleşmemizi yapmanın kime ne faydası olacak artık – insan geçmişteki rasyonel olduğunu sandığımız insan değil artık, merkezi bir özne kalmadı ki onu ikna edip yolumuza devam edelim, tövbekar olmanın işe yaraması için tövbeni fırlattığın yerde tövbenin çarpıp sekeceği aşkın bir yapı da yok artık… “Gerekirse özür de dilememenin”, haddimi aştıysamların özür dilemek sayıldığı zaman da bitti. Ama’sız özrün bile karşılığı yok – en azından Sarı Hayvan’a göre. Hatırlamanın ve kabul etmenin doğrudan bir daha asla’ya dönüşmesini sağlayacak ne var ki bugün? Yeniden başlamak yetmiyor, ölüp ateşin çemberinde günahlardan da alacaklarımızdan da arınmak; çürüyüp parçalanmak sonra yeniden doğmak tek çare – en azından Sarı Hayvan’a göre. Postmodernizmin geri dönüşüm kutularına mecbur olmasına ve kolajlarla anılmasına bakınca paradigma değişimi zaten yeninin tek yolu olabilir.
Sarı Hayvan, sokakları dolduran tarihin kanını, haz ve zevkler konusunda liberalleşip kalan her şeyi kalın halatlarla sabitleyerek unutturmanın mümkün olmadığını düşünüyor. Filmin bu bakışı, Walter Benjamin’in bugün çevremize baktığımızda gördüğümüz tüm kültür ürünlerini barbarlık ve vahşetle ilişkilendiren bakışını hatırlatıyor. Filmler takımyıldızında alaycı bir sızı olmak istiyor.
Puan:
Puanlama, 10 üzerinden yapılmıştır ve tamamen kişisel tercihlere dayanmaktadır. Notun belirlenmesi için kullanılan kriterler tamamen keyfi bir biçimde oluşturulmuş ve bu kriterlerin ağırlıklandırılmasında da benzer bir metodoloji kullanılmıştır. Puanlar, kategoriktir.
Bonus:
Hazır Brezilya’dayken geçen yılın en iyi filmlerinden Bacurau’ya da göz atın isterim. Yazıya ulaşmak için postere tıklayabilirsiniz:
Siz ne Düşünüyorsunuz? Filmle ilgili tartışma sayfasına ulaşmak için tıklayınız.
Çok seslilik her zaman daha iyi