Titane (2021)
Yönetmen: Julia Ducournau
Oyuncular: Agathe Rousselle, Vincent Lindon, Garance Marillier
Ödüller: Cannes F. F. - Altın Palmiye, Toronto F. F. - Seyircinin Seçimi Ödülü
Bence: Müdanasız, sert, zaman zaman iğrenç, sevilmemekten korkmayan bir film Titane ve seyircisinin türlü aşırılıklarla üstüne üstüne giderek onu konfor alanlarından dışarı sürüyerek ön kabullerinin güvensizlikle yumuşadığı bir alanda tartışmayı seviyor. Julia Ducournau, vejetaryen bir veterinerlik öğrencisi ve onun ailesi üzerinden cinsel olgunlaşma süreçleri ve kadınlık üzerine düşündüğü ilk filmi Raw’da da Titane’da kullandıklarına benzer araçlarla seyircisiyle -en hafif ifadeyle- ilişki kurmaya kalkmıştı. Docournau, iki filmi arasında bir organik bağ kurarak bu ilişkiyi benzerliğin ötesine taşımış: İlk filmin merkez karakteri Justine, ikinci filmde de karşımıza çıkıyor ve her iki filmde de Justine’i Garance Marillier canlandırılıyor. İlk filmin kendini bulan/kuran, sonra yükselen ve güçlenen kadını Justine, ikinci filmde transhümanist* döneme geçerken aşılacak köşeli cinsiyet tanımlarından, kimliklerden biri olarak bu defa içeride. Raw, 2017’de buralara geldi ve bence o yılın en iyilerindendi, bu yıl Cannes’dan Atın Palmiye’yi kazanan Titane da bu yılın en iyilerinden biri olmaya aday.
*insan zekasını ve fizyolojisini iyileştirmek için geliştirilen teknolojiler üzerinden evrimleşerek, insan-makine simbiyozuna uzanan, sonunda insan olmaklığın pek çok karakteristiği adım adım aşılarak varılacak posthümanizme ulaşma yolundaki geçiş dönemine verilen ad. Yazıda transhümanizm terimini zaman zaman posthümanist evreyi de kapsayacak biçimde kullanıyorum.
İzleyiciyi sarsarak röntgenci konumundan çıkarmaya çalışan ve onu karanlıktaki sessizliğinden sıyırarak, açık alana atarak üretime katılmaya ve düşünmeye zorlayan; şiddet ve cinsellik yüklü, yüksek biçimlendirmenin ve her türlü vücut sıvısına bulanmış aşırılıkların arasından sızan gerçeğin soğuğuyla konuşan Yeni Fransız Aşırılığı akımından rüzgarları, Docournau’nun yükselen sinemasında yakalamak mümkün. Hatta Titane’da Yeni Fransız Aşırılığı’nın poster çocuğu Gaspar Noe’nin Climax’inin açılış sahnesinin -– biraz Claire Denis ve Beau Travail soslu - bir yeniden yorumlaması da var: Climax’in Fransa merkezli bir bakışla kurduğu Batı kültürü alegorisi olarak yorumlanabilecek meşhur/kötü şöhretli dans sahnesi, Titane’da erkek egemen toplumun iki yüzlülüğü üzerine gidecek biçimde ve postmodern bir tavırla yeniden yorumlanmış.
Titane, transhümanist geçişin tamamlanmasının ve bu dönemin yeni -ya da belki üst-ilk insanın yaratılış/doğuş hikayesi olarak görülebilir. Bu geçişin ve yeni paradigmanın Adem’inin na-mukaddes annesi Hristiyan mitolojisinin cadı, Meryem ve İsa rollerini akışkan bir biçimde içinde taşıyan filmin merkez karakteri Alexia/Adrien, insan merkezli dönemin cinsiyet kalıplarının tamamının dışına sızmış, bu kalıpların hepsini birden aşmış bir karakter. Transhümanist Adem’in babası ise makineleşmeyi, tüketim toplumunu, teknolojik gelişim ve araçsal aklı, bireysellik ve Amerikan ideallerini ve hatta bir oranda eskide kalmış Amerikan Rüyasıyla iç içe geçmiş bir Californication’ı* temsil eden kaportası alev desenli zıplayan süspansiyonlu bir Cadillac otomobil… Evet, yeni Adem’in babası bir makine. Film, zaten daha açılış sahnesinde biyolojik sistemlerle mekanik-elektronik sistemler arasında bir eşlik gördüğünü izleyiciye gösteriyor.
Film, varlığın niteliğinin değişeceği büyük devrimin hazırlayıcılarına anne tarafından mikro ve psikanalitik yönden, baba tarafından ise makro ve toplumsal etmenler üzerinden yaklaşmış. Ailenin ölümcül biçimde sakatladığı ve devam etmek için muhtaç olduğu teknolojinin-makineleşmenin dönüşüme hazır hale getirdiği bireyi, zihinleri işgal etmekte uzmanlaşmış ve yayılmacı araçları teknoloji geliştikçe kuvvetlenen, yine bir makine de nesneleşen kültür döllüyor. Yeni Adem böyle Alexia’nın rahmine düşüyor. Alexia’nın “yaşamak için muhtaç olduğu makineleşme“ kafasının içine yerleştirilen bir nesneyken, bugünün izleyicisinin artık “yaşamak için muhtaç olduğu makineleşme“ eline ya da gözüne yapışık cihazlar ve zihnine yerleşen proto-transhümanist yaşam tarzı olarak görülebilir.
*Amerikan Batı Sahili kültürünün dünyaya başta müzik ve Hollywood sineması üzerinden yayılması – kelimenin içinde fornication (cinsel ilişki, zina) olması da ilginç…
Alexia’nın babası, modernitenin simgesi beyaz-batılı doktor-bilim insanı, kelimenin ilk anlamıyla yoldan çıkarak Alexia’ya onmaz bir çocukluk travması yaşatıyor – sembolik olarak baktığımızda bu baba travması trajik olduğu kadar sıradan da; Freud-Lacan hattından yürürsek insan olmak ve egonun kurulması ile ilişkili baba kaynaklı ilk travmayı-Ödipus karmaşasını hatırlatıyor. Alexia’yı inorganik (titanyum kafatası parçası) varlıklarla kuracağı ortaklık yaşamda tutuyor; bu ve çarpmanın beynindeki fizyolojik etkisi ve bu travmanın psikolojik etkileri beraberce dönüşümün yolunu döşüyorlar. Bugünün silikon ve titanyum dünyasında çocuk-Alexia (aynı zamanda insanın devamı ve geleceği olarak da okunabilir) hayatına ancak makinelerin-teknolojinin desteğiyle devam edebiliyor. Fizyolojik problemleri aşmamızı sağlayan teknolojik uzuvların yanında artık insanlarla bütünleşen elektronik cihazların ruhsal ve duygusal kırıklarla hayata devam etmemizdeki rolünü de bu bağlamda düşünebiliriz.
Alexia’nın yaşadığı şok/kırık, insan evrimindeki bir tür DNA mutasyonu gibi varoluşunu temelden sarsıyor; Alexia’yı Çin’deki bir yarasada bir nedenle DNA’sı değişen yeni türün -yeni nesil corona virüsü- ilk temsilcisi virüse benzetebiliriz. Şimdi insanlığın – ya da bu yeni türün/varyasyonun adına her ne diyeceksek onun- Alexia üzerinden akabileceği yeni bir yol önünde oluşuyor. Sarsılmış ve krizdeki insanlık, transhümanizmin sunduğu imkanlar sayesinde, postmodern toplumda işlevsizleşen ancak çocukları üzerine yükler bırakmayı sürdüren modern ailenin – yani götürdükleri ve neden olduğu travmalar aynen dururken, zamanında sağlamakta olduğu faydaya olan ihtiyacın silikleştiği modern ailenin – tabutuna çakacağı son çiviyi de buluyor. Bu yeni yolun sunduğu imkan ve postmodern bireycilik Alexia’ya aileyi bir daha geri dönemeyecek biçimde yok ettiriyor, Alexia’ya kendi ailesini yaktırıyor –böylece Alexia, geçmişinden de (kalıtsal ve tarihsel) vazgeçiyor. Transhümanist (ve posthümanist) dönemde modern aileye yer olmayacak – baba ve anne olmayacak, hatta ikili cinsiyet ayrımına bile yer olmayacak.
Alexia’nın seri katilliği, Alexia’nın içinde oluşmakta olan yeni yaşam formunun mevcut yapıdan-biyolojiden ve kültürden- kopuşuyla ilişkili: Aileden kopuşuyla, cinsiyet temelli toplumsal yapılanmadan kopuşuyla, biyolojik temelden kopuşuyla, bizim anladığımız biçimde arkadaşlık bağlarından/sosyal ağdan ayrılışıyla ilişkili… Film bu temel taşları sembolize eden karakterleri Alexia’ya bir bir ortadan kaldırtarak ilerliyor; mevcut paradigma ile uzlaşı yollarını yavaş yavaş ortadan kaldırtıyor. Titane’da bizim neandartallere yaptığımızı, transhümanist yaşam formu bize yapıyor; belki Titane evreninde gelecekte, aynı bizim kendimizde bulduğumuz neandartal izleri gibi, yeni posthümanist yaşam formu da kendinde insan izi bulacak.
Yeni türlere alan açacak bir tür orman yangını ya da dinozorları ortadan kaldırıp memelilere alan açan meteor ile ilişkilendirilebilecek bu sembolik temizlik esnasında Alexia’nın yolu tanrı ile kesişiyor. Geleceğini (çocuğunu) kaybetmiş, güçsüzleşmiş - steroidlerle bile gücünü koruyamayan, terk edilmiş bugünün tanrısı (Vincent), bu tanrı... Tanrı’nın kayıp ademoğlunun yerini almak için Alexia, İsa’nın çilesine benzer çileler çekerek akışkan cinsiyetinin de sunduğu imkanla Adrien’laşıyor. Adrien önceleri, bir felaketten dağılmış halde çıkmış, üstünden silindir geçse de yok olmamayı başarmış ama eski halinden uzak bir Adem rolüne gizleniyor. Tanrı’nın bu yeni varlıkla ilişkisi tabii ki insanla olduğundan farklı gelişecek; önceki kendi öz çocuğuyken onu kaybetmiş – Meryem’i bile onu terk etmiş ve yalnız yapamayacağının bilincinde günümüzün tanrısı bu. Tanrı ile varlık arasındaki varoluşsal ihtiyaç – Hristiyan bakışının aksine- bu defa karşılıklı… Tanrı, kendi çocuğu olmasa da – yaratıcısı olmadığı bu varlıkla uyumlanmayı- Alexia’yı kendi çocuğu olarak kabul edecek.
Tanrı bu defa çocuğunu taklit eden bir varlığın yalanını kabul etmeye hazır, akışkan cinsiyetli/cinsiyetsiz hali tanrının insanlar için koyduğu kurallarının çok uzağında olsa da yeni varlığı kabul edip etmemesi kendi geleceği için de belirleyici… Alexia/Adrien, tanrıyla ilişkisi sayesinde İsalaşıyor; diğer yandan babasız doğumu açıkça Meryem’i de sırtına alıyor - banyoda Vincent’ın Alexia’nın kucağına uzandığı sahnede çalan şarkının soundtrack albümünde adı Bathroom Pieta* (Banyo Pieta’sı); ayrıca Alexia/Adrien’ın insanlarla ilişkisi üzerinden bakacak olursak da Hristiyan mitolojisinde tasvir edilen şeytanla ilişkili cadı karakterine de sahip.
* Hristiyan sanatında ölü İsa'nın vücudunu kollarında tutan matem içindeki Meryem betimlemesi
Titane, Alexia’nın içinde erittiği karakterle ilgili izleyiciye bolca malzeme veriyor: Vincent’in ağızından kendisinin tanrı, Alexia’nın İsa olduğunu duyuyoruz; Alexia, cadılarıyla meşhur Salem Eyalet Üniversitesi sweatshirt’ü giyiyor, cadılıkla ilişkili malzemelerle dolu bir sahnenin içine düşüyoruz; Alexia’nın en temel cinayet aleti -ve fallusu- büyücü/cadı değneğini andırıyor; babasız çocuk doğurmak ve pieta referansları diğer yandan Meryem’e işaret ediyor...
Yeni Cadı-Meryem-İsa Alexia/Adrien’ın Tanrı ile uyumlanma sürecinde, tanrıdan vazgeçmek ve mevcut insan merkezli evrenle uzlaşmak konusunda önüne bir iki fırsat daha çıkıyor. Adrien’dan, tanrının evinden/boyunduruğundan kaçmaya karar verdikten sonra bindiği otobüste yanındaki kadını, onu taciz eden erkeklere karşı koruması bekleniyor. Burada “kurulu özne“ ile karşılaşıyor; o karşı koyuşun bir toplumsal yükümlülük, yeni girdiği erkek görünüşüne yapıştırılan bir cinsiyet rolü olduğunu görüyor. Devam edebilmek için kurulu özneyi kabul etmesi gerekeceğinin ayırdına varıyor. Ancak bundan vazgeçip bireyleşmeye, tarihsellikten kopmaya, devrimi sürdürmeye ve yeni düzeni kurmaya devam etmeye karar veriyor. Reddettiği ilk insan dünyasına ait kadın Alexia’a gibi şimdiki erkek Adrien’ın o otobüste kalmasının toplumsal rolleri kabul etmek ve iktidar ilişkilerine boyun eğmeyi gerektireceğini görüyor. Çok önemsiz gibi gözüken bu kısa kaçma hikayesi aslında kurulu öznenin reddini gösterdiği için değerli.
Yani-Adem’in doğması için yolu tanrının hazırlaması gerekiyor; yeni türün/düzenin/çocuğun doğuşunun önündeki en büyük engel tanrının (itfaiye şefi Vincent) tebasına dahil olan -insan merkezli evrene ait olan- itfaiye eri Conscience… Kelime anlamıyla Concience, vicdan ve bilinç demek ve bunlar insanı tanımlayan kavramların başında geliyor. Ancak bunlar posthümanist varlığın makineleşen doğasında bulunmayacak unsurlar– insan, bilinçli hayvan; kendi üzerine düşünebilen, düşünmek üzerine düşünebilen varlık… Bilinç de vicdan da insana ait son kaleler ve Conscience üzerinden “insan“ direniyor; tanrı –zamanın ruhu gibi- kendisini terk eden insana karşı üvey çocuğunun yanında duracak, onu tabiri caizse nüfusuna alacak ve Bilinç ile Vicdan’ı kendi cehenneminde (Vincent’in kurduğu yangın simülasyonu=Cehennem) yakacak.
Titane üzerine gevezeliğimi filmin ilk yarısında 30 yaşında bir seri katil vixen’i, ikinci yarısında 17 yaşında hamile bir adamı canlandıran Agathe Rousselle’i överek bitireyim.
Puan:
Puanlama, 10 üzerinden yapılmıştır ve tamamen kişisel tercihlere dayanmaktadır. Notun belirlenmesi için kullanılan kriterler tamamen keyfi bir biçimde oluşturulmuş ve bu kriterlerin ağırlıklandırılmasında da benzer bir metodoloji kullanılmıştır. Puanlar, kategoriktir.
Siz ne Düşünüyorsunuz? Filmle ilgili tartışma sayfasına ulaşmak için tıklayınız.
Çok seslilik her zaman daha iyi