2019’da vizyonda veya Türkiye ilk gösterimlerinde -sadece sinemalarda- izlediğim filmler arasından benim için en iyi 20’sini seçip sıraladım… Listenin sonuna sizi tartışma sayfasına taşıyacak bir bağlantı adresi koyacağım; kendi en iyiler listelerinizi, benim listem ile ilgili varsa yorumlarınızı orada paylaşabilirsiniz.
1 - Parazit - Gisaengchung - Parasite (2019)
“Altın Palmiye’yi Cannes’dan ilk defa Güney Kore’ye getiren Parazit; komedi, gerilim, drama türlerinden unsurları bir arada kullanan sınıflar arası bir taşlama... Üst sınıfların alt sınıflarla ilişkilerinde körlüklerinin ve farkındalık eksikliklerinin, kendilerini “daha insan” görmelerinin ve aile dışı-sınıf içi ilişkilerindeki yapmacıklıklarının karşısına; alt sınıfların üsttekilere oranla kurnazlıklarını -ve beraberinde vizyonsuzluklarını, aile dışı-sınıf içi ilişkilerinde birbirlerine karşı gaddarlıklarını koyuyor. Ama; kötüsü olmayan bir hikayenin trajedi üretebilmesi ancak sistemin çürümüşlüğü ile mümkün… Parazit, Güney Kore’nin Yabancı Dilde En İyi Film Oscar aday adayı ve de şimdiden heykelciğin en güçlü adayı. yazının devamı ve filmin kendi sayfası için tıklayınız…”
“Jerzy Kosinski’nin aynı adlı romanını Çek yönetmen Vaclav Marhoul beyaz perdeye uyarlayıp yönetmen koltuğuna oturmuş. 35mm siyah beyaz çekilen film ikinci Dünya Savaşı’nın sonlarında, savaşın başlarında kaçan ailesi tarafından yaşlı bir koruyucu anneye bırakılan bir çocuğun zorunlu yolculuğunu /oradan oraya savruluşunu ve yol boyu evrimini anlatıyor. Filmin ve kitabın adının neden Boyalı Kuş olduğunu film sert biçimde görselleştirilmiş – bir köylü yakaladığı kuşu boyayıp sürüsüne dönmesi için serbest bırakıyor; boyalı kuşu sürüdekiler didikleye didikleye telef ediyorlar. Dönem böyle; farklıysan başın büyük belada ve çocuk da farklı... yazının devamı ve filmin kendi sayfası için tıklayınız…”
“Bacurau; rüyanın içindeki kabusun içinde bir rüya… Taptaze bir anlatı içinde dolu dolu bugün... Türleri birbirlerinin içine geçiren Juliano Dornelles ve Kleber Mendonça Filho’nun filmi öfkeli ama eğlenceli, içine doğulan bugünün işleyişi üzerine şevkle tartışmaya hazır bir kolonyalizm, emperyalizm ve temelde burjuva kapitalizmi eleştirisi… Film, kapitalist ahlakın kendi doğası sonucu kurulan insanlar arası hiyerarşiye ses çıkartmayıp yine de moral üstünlüğü elinde tutmasına kızgın; başka olası varoluşları, ilişki çeşitlerini, sosyal yapılanmaları ve kooperasyon biçimlerini hayal etmeyi engellemesine öfkeli; sinemanın orta yerinden filizlenen sert ama kasvetten uzak, hatta umut dolu bir itiraz… Bacurau, kapitalizme itirazın bedeli olduğunu, mücadelenin de teslimiyetin de kanlı olduğunu ama son zamanlarda konuşulduğu gibi kapitalizmin sonunu hayal etmenin dünyanın sonunu hayal etmekten daha zor olmadığını iddia ediyor – en azından hayal ediyor. Bacurau, sistemin üstüne gelişine mukabele edip intikam almaktan da çekinmiyor ancak diliyle, atmosferiyle varlık nedeni temelde bir yüreklendirme… yazının devamı ve filmin kendi sayfası için tıklayınız…”
4 - Alev Almış Bir Kızın Portresi – Portrait de la Jeune Fille en Feu - Portrait of a Lady on Fire (2019)
“Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi, 1770’in Fransa’sına oturmuş olsa da aslında 1770’in Fransa’sında geçmiyor; yazar-yönetmeni Celine Sciamma’nın yarattığı bir evrende geçiyor: Bu evrende bugünün kadınları, bugün kadın olmanın sorunlarını sırtlarına yüklenip 18. yüzyılın koşullarında var olabiliyorlar. İlişki kurma biçimleri ile ve sahicilik, bireycilik ve göreciliğe dayanan ahlaklarıyla bugünün kadınlarına - ve genel anlamıyla ruhuna - çok daha yakınlar... 18.yy’a ait kıyafetler giyip 18.yy erkek egemen toplumunda bugünden geçmişe taşıdıkları silahlarıyla delikler açarlarken aslında bugünün kadının önündeki sınırları parçalayıp 1770’in Fransa’sında özgürleşebiliyorlar. Film de bu vesile ile bugüne dair tartışmalar yapabiliyor; bugünün sinema izleyicisi ile akli ve duygusal –belki de bunlar aynı şey- ilişki kurabiliyor. … yazının devamı ve filmin kendi sayfası inin tıklayınız…”
“İlk filmi The VVitch ile yeni nesil korku türünün öncülerinden kabul edilmeye başlanan Robert Eggers ikinci filminde ilk filminin de ötesine uzanan bir anlatı kurmuş. New England açıklarındaki gri ve sert denizin ortasında bir ufak adaya yaşlı deniz feneri bekçisi Thomas Wake’e (Willem Dafoe) yardımcı olmak üzere genç Ephraim Winslow (Robert Pattinson) geliyor. İki adama bile dar gelen ada, kısa sürede delilikle aydınlanmanın, sanrılar ile hakikatin birbirinin içine girdiği bir mücadele alanına dönüşecek. Eggers hikayesinin ihtiyaç duyduğu sıkışmışlık hissini aşırı dar bir çerçeve tercihiyle artırmış; sesin sinemaya girdiği dönemde 35 mm filmin kenarına ses şeridi eklenince iyice daralan (1.19:1), 1920’ler ve 30’larda kalmış Movietone çerçeve oranını kullanarak klostrofobik atmosferini güçlendirmiş. Eggers bir yandan film yürüdükçe mengeneyi sıkıştırıp tekinsiz havayı körükleyeceği diğer yandan tanrı-kul, baba-oğul ve (Hristiyan anlamıyla) Baba – Oğul, efendi-köle, Prometheus-Zeus, ikiliklerini beraberce besleyip buradan bu ilişki biçimlerinin en ham halleri üzerine tartışabileceği sinematik bir dil kurmuş. Bu tartışmayı sıraya dizen, bir düzene oturtan senaryoda Herman Melville’in Moby Dick’inden Robert Louis Stevenson’ın Define Adası’na yıllanmış kitap kokusu var, ayrıca 19.yy deniz feneri günlüklerinden pasajlar olduğu gibi alıntılanmı… yazının devamı ve filmin kendi sayfası için tıklayınız…”
“‘Onların zihninde dönen entrikaları ya da kalplerinde dönenleri bilmiyoruz... Bunları bilmiyoruz; ancak bir filme gittiğimizde tam olarak da bunları görmek-bilmek isteriz. Hayatın olduğu gibi oynanmasını istemeyiz. Hayatı, tecrübe edildiği şekliyle görmek isteriz... Bu yumuşak makinenin içinde tecrübe edildiği şekliyle...’
İngiliz yönetmen Joanna Hogg’un köklerini kendi gençliğine saldığı yarı-otobiyografik filmi The Souvenir film yazarları ile izleyiciyi bu sene en çok birbirine düşüren filmlerden biri oluyor. yazının devamı ve filmin kendi sayfası için tıklayınız…”
“Ancak büyük bedeller ödenerek kazanılmış ama ülkeyi perişan etmiş – nüfusunun %14’ünü kaybetmiş, daha fazlasını sakat bırakmış, tamamının ruhunu ezmiş büyük savaşın hemen ertesinde 1945 Leningrad’ı… Kemerlerin kemirildiği, süpürge çöpünden ekmeklerin yapıldığı bitmeyen kıtlık döneminde şehirdeki köpeklerin tamamı yendiği için çocukların köpek nedir bilmediği, köpek taklidi yapamadığı zamanlar… Eksilmiş, kırılmış, yeniden canlanmaya, kendine yeni bir “olağan işleyiş” kurmaya zorlanan şehir hayatı ve yeni normlarını oluşturma peşindeki yorgun şehre ayak uydurmaya çalışan uyarana doymuş, kayıtsızlıkla sınanan, ütopyasından geriye kalanları ve varoluş zeminini kaybetmiş bir toplum… yazının devamı ve filmin kendi sayfası için tıklayınız…”
“Claire Denis’nin yeni filmi High Life, distopik bir gelecekte otoriter devletin ağır suçlar işleyip artık gün yüzü görmesi mümkün olmayan mahkumları, bir tür “insan geri dönüşümü”ne tabi tutarak kobaylaştıran bir bilim projesi dahilinde uzaya yollama öyküsü üzerinde yükseliyor. High Life, Fransız yönetmenin ilk İngilizce filmi; bu tercihini uzayda ya İngilizce ya Rusça konuşulmasını daha doğal bulması olarak açıklıyor. Oyuncu kadrosunda yönetmenin gözdelerinden Juliette Binoche, Good Time (2017) ile oyunculukta sınıf atlayan Robert Pattinson, Suspiria’nın 2018’deki yeniden çekiminde rol alan Mia Goth var. High Life’taki uzay gemileri ana akım bilim kurgu filmlerinden aşina olduğumuz hiper teknoloji ile donatılmış, ferah, yuvarlak hatlı ve fütüristik, sanat eseri gibi uzay gemilerine pek benzemiyorlar; High Life’ta comodore 64 teknolojisi kokusu ve estetiği taşıyan daha çok hapishane komplekslerini hatırlatan köhne dikdörtgenler prizması uzay gemileri var.... yazının devamı ve filmin kendi sayfası için tıklayınız…”
“Yönetmen László Nemes, daha ilk filmi Saul’un Oğlu (2015) ile Yabancı Dilde En İyi Film Oscarı ve Cannes Film Festivalinde Jüri Büyük Ödülüne layık görülmüştü. Nemes ikinci filmi Gün Batımı’nda bir kez daha; kitabi bilgiler üzerinden kavradığımızı sandığımız, yakın geçmişin (20. yüzyıl) bugünü kuran dönemlerinden birinin ruhunun kokusuyla sinema salonunu doldurmayı amaçlamış. Nemes, bugünün ruhunu (tinini) geçmişe doğru eğilimler ve kırılmalar üzerinden takip eden bir arkeolojik çalışmanın sonuçlarını sinema diline döküyor; seyirciye kendi geçmişinin hayaletlerini tebelleş etmeye çalışıyor. Nemes’in atomize, benliği parçalı, yaşadığı büyük travmalarla zeminini kaybetmiş bugünün bireyine; hangi yollardan geçip bu haline erdiğini göstermekle ilgili bir derdi var… yazının devamı ve filmin kendi sayfası için tıklayınız…”
“Evdeydim Ama, et peşinde bir köpek, canı derdinde bir tavşan ve mücadeleye ilgisiz bir eşeğin olduğu; umutsuzluk, zafer ve kayıtsızlığı yan yana getiren prolog ile başlıyor. Aynı çatıyı paylaşan köpek ile eşeğin ilişkisi ve öncesi-sonrasıyla, kalanı-gideni- şahit olanıyla ölüm konusu Evdeydim Ama için çerçeveyi kuruyor. Prolog ertesinde film; Astrid’in okula koşup bir süredir kaçak olduğu belli olan oğlu Philip’i teskin etmesiyle açılıyor. Astrid’in iki yıl önce kaybettiği yönetmen kocası, yeniden bulduğu ergen oğlu Philip ve küçük kızı Flo ile ilişkisi filmin ortasında oturuyor. Evdeydim Ama; Christian Petzold, Maren Ade, Ulrich Köhler, Christoph Hochhäusler, Thomas Arslan gibi Berlin Okulu’ndan olan yönetmen Angela Schanelec onuncu uzun metrajı. Schanelec; diyaloglar yerine imgelerle konuşmayı, olayların kendisi yerine kalıcı etkileriyle ilgilenmeyi, cümleler yerine satır aralarında film yapmayı seviyor… yazının devamı ve filmin kendi sayfası için tıklayınız…”
“Kazakistan’ın 9 filmlik kısa listeye kalan Oscar adayı Ayka müthiş açılıyor: Yönetmen Sergey Dvortsevoy; aç bebeğini doğumhanede bırakarak tuvaletten Moskova tipisi içine dalıp merdiven altı leş bir atölyeye sıcak suyla tavuk yolmaya koşan genç Kırgız göçmeni Ayka’yı filmin tonu, ruhu ve yürüyecekleri yolun sarplığı ile beraber daha en baştan izleyiciye fırlatıyor… Dvortsevoy, izleyici zihnine ilk sekansta yazdığı “Bir anne, bebeğini daha ilk sütünü vermeden bırakıp nasıl gidebilir?” soru cümlesini; hızla varılan yargıları ve genellemeleri yere yere plan plan uzatıyor ve bir noktada sonundaki soru işaretini kaldırıp; içinde hayata egemen bir özne olmak, göçmenlik, Batı-dışı yarım kalan modernizm ve yeni toplumsal hiyerarşiler geçen bir paragrafa dönüştürüyor… yazının devamı ve filmin kendi sayfası için tıklayınız…”
“Ali Abbasi ikinci uzun metrajlı filmi Sınır ile Cannes Film Festivali’nden Belirli Bir Bakış Ödülü kazandı. Platon’dan miras iyi ve güzelin el ele birlikteliğini elinin tersiyle ittiren, İskandinav masallarından beslenen hikayesinin içinde “insan olmaklık” ve varlık, kimlikler ve toplum, bellek ve duyum üzerine tartışıyor. John Ajvide Linqvist’in kısa hikayesinden beyaz perdeye uyarlanan Sınır, farklı olmanın cisimleşmiş hali Tina etrafında şekilleniyor. Film, açılışında Tina’nın farklılığını bir genetik bozukluğa dayandırıyor ancak akışta bu DNA farklılığı kendini açacak ve filmi bir ucundan fantastik alana sokacak… yazının devamı ve filmin kendi sayfası için tıklayınız…”
“İspanya’nın Yabancı Dilde En İyi Film Oscar ödülü aday adayı Acı ve Zafer, Pablo Almodovar’ın kendi hayat hikayesinden besleniyor. Almodovar, filminin merkezine koyduğu yönetmen Salvador Mallo’nun hayatı üzerinden iki kanallı bir anlatı ile kurmuş: Birincisi; bir süredir üretemeyen, sağlığı bozulmuş, hastalık hastası 60’larındaki bugünün Salvador’u üzerinden akarken, ikincisi annesiyle tatlı ilişkisi ve mutlu ama fakir çocukluğu üzerinden yürüyor. Salvador’un bügünü ile geçmişi arasında yeniden tesis edilecek ilişki Salvador iyice içine kapanmışken iyi yaşlanmış bir filminin yıllar sonra özel gösterimine davet edilmesiyle kuruluyor. yazının devamı ve filmin kendi sayfası için tıklayınız…”
14 - Ema (2019)
“Ema, Neruda’nın da memleketi olan Şili’nin en büyük liman kenti Valparioso’da sabaha karşı hava yavaştan aydınlanırken üstünden benzin damlaya damlaya alev alev yanan- cayır cayır yakılan bir trafik lambası ile açılıyor. Tözü itibarıyla insanlara ne yapacağını söyleyen, düzenin aracı trafik ışıklarını yakmak kural kırmaktan, düzene itiraz veya kontrole isyan etmekten farklı bir şey… Yakmak bir yadsıma; ortada kırılacak kural bile bırakmamak, düzeni buharlaştırmak, kül ve dumana çevirmek demek. yazının devamı ve filmin kendi sayfası için tıklayınız…”
“Öykü, François Ozon’un Frantz’ını uzaktan hatırlatacak şekilde, genç bir Alman pasta ustası ile İsrailli bir kadının aynı adam için tuttukları yas üzerine kurulmuş. Bu haliyle hikaye, melodramın kolaycı araçlarına kapı aralarken yazar-yönetmen Ofir Raul Graizer, karakterlerin birbirleriyle ve filmin seyirciyle arasını açıp, mesafeleri artırmış ve her karakterine tek başlarına yaşam alanları yaratarak filmini melodramik tatsızlıklardan uzak tutmuş. Anlatısının, biçim üzerinden fazla şekerlenmesini de fazla duygulara oynamasını da engellemiş. Dünyaya yaklaşan devasa bir meteora mekik ile fırlatılıp, meteoru delip atom bombasıyla rotasından kaba kuvvetle saptırmaya çalışan adamların filmi sinema evreninde bir uçtaysa Pastacı tam öbür ucunda; olabildiğince naif, koşuşturmadan uzak ve incelikli. yazının devamı ve filmin kendi sayfası için tıklayınız…”
16 - Chained for Life (2018)
17 - Nuestro Tiempo - Our Time (2018)
“Sevgi ya da nefret duymanın makul, ama kayıtsız kalmanın zor olduğu Meksikalı yönetmen Carlos Reygadas, daha önce Sonsuz Işık ile Cannes’dan Juri Ödülü, Karanlıktan Aydınlığa ile En İyi Yönetmen Ödüllerini almıştı. Bizim Çağımız ile de Venedik’te Altın Aslan için yarıştı. Zaman, ilişkiler, ölümlülük ve dönüşümün sonuçları üzerine düşünmeyi seven Reygadas, Bizim Çağımız’da ilişkilerin sınırları, ilişkilerde özgürlük ve sorumluluk alanları arasındaki dengeler, zamanın ruhunun işlevlerinin çoğundan sıyırdığı evlilik kurumu ile yeniden kendini tanımlamaya çalışan ilişkiler üzerine düşünüyor. Bireyleşme, sahicilik ve göreciliğin hükmünün sürdüğü ve tortusunun gün be gün kalınlaştığı bir paradigma içinde birey nasıl çift olabilir, herhangi bir problem karşısında nasıl çift kalabilir üzerine tartışıyor. İlişkiler ve beraberliklerde bir doğal denge oluşabilir mi yoksa ilişki doğası gereği bir tür kendinden vazgeçiş mi? Yoksa, işlerin kötüye gitmesi bir tür yoluna girmesi mi? yazının devamı ve filmin kendi sayfası için tıklayınız…”
“Joker, Venedik Film Festivali’nden Altın Aslan alarak bir çizgi roman karakterini beyaz perdeye taşıyan filmlerin şimdiye kadar kazandığı en prestijli ödüle uzandı. Ancak Joker’i hemen süper-kahraman/çizgi-kahraman filmleri türünü altına yerleştirmek yanlış olur; film, bu janrı besleyip - bence bir süredir yerinde sayan türe olası bir yön gösterse de temelde bir antikahraman’dan villain’a (kötü karakter) geçiş draması... Filmin çekirdeği taciz edilenin mütecavize dönüşmesi hikayesi, süper-kahraman janrına özgü, bu janr ile özdeşleşmiş, doğası gereği bu janra yakın duran bir hikaye değil. Joker, sinema evreninde V for Vendetta, Hiçbir Zaman Burada Değildin, Taxi Driver gibi filmlere alışıldık süper-kahraman filmlerinden çok daha yakın duruyor. Gotham gibi zor bir şehirde, anne ve baba travmaları ile yaralı, psikolojik rahatsızlıkların pençesindeki, toplum tarafından dışlanmış komedyen Arthur Fleck’in Joker’e dönüşmesinin hikayesini; filmografisinde Felekten Bir Gece – The Hangover serisi ve Git Başımdan! – Due Date gibi filmler bulanan ve komedi yönetmeni olarak bir kariyer yapan Todd Phillips yönetiyor. Joker’de hem yönetmenlik hem sanat yönetimi hem sinematografi hem başta Joker rolündeki Joachin Phoenix’in performansıyla oyunculuklar en üst seviye; film teknik olarak da belki en iyilerle beraber anılabilecek kadar iyi... Ancak yönetmen olarak harika bir iş çıkaran, zaten harika bir oyuncu olan Phoenix’ten de olabildiğince faydalanan Phillips’in hikaye anlatımı ve filminin üzerinde yükseldiği, arkaladığı değerlerle ilgili tercihleri arasında tartışılacak çok şey var… yazının devamı ve filmin kendi sayfası için tıklayınız…”
“Sonsuzluğun Kapısında’da yönetmen koltuğunda daha önce Kelebek ve Dalgıç (2007), Karanlıktan Önce (2000) ve Basquiat (1996) gibi yine biyografik filmlerle tanınan Julian Schnabel var. Schnabel bir yandan biyografilerin gerçekle çizilen sınırlarına (genelde) saygı gösteren diğer yandan filmini meşrebince dokuyup imzalamaktan çekinmeyen bir yönetmen... Türden bazı örneklerin, belgesellere özenmesi ve bütüncül bir tavırla “bir dönemi/olanı anlatmaya-göstermeye” kalkması büyük cüret – örnek vermek gerekirse; Bohemian Rhapsody’nin Freddie Mercury’nin yükseliş hikayesini/yükseliş dönemini anlatmaya soyunması bu kapsama dahil edilebilir. Bu sorumluluğu yüklenip yola çıkan senaristler ve yönetmenler, dramatik gerilimi artırmak ve olay örgüsünü ilginçleştirmek için hakikat sonrası (post-truth) dönemin onlara verdiği hakkı kullanarak (!) gerçeği eğip bükmekten, yeri geldiğinde yoldan çıkmaktan çekinmiyorlar. yazının devamı ve filmin kendi sayfası için tıklayınız…”
“Ah O Güzel Gece, yalnız gelip yalnız gittiğimiz dünyada ölüm korkusu ve varoluşsal kaygılar üzerine tartışan, bir yandan felsefi öte yandan çocuksu ve melankolik bir kara mizah. Varoluşu tartışmanın ve karanlığın ağırlığını biçimsel ve üslupsal yönelimleriyle sinemasal araçlarla kırmaya çalışmış. İllüstratör ve animasyon sanatçısı Xaver Böhm’ün ilk uzun metrajlı filminin yapımcılığını Toni Erdmann’ı yazıp yöneten Maren Ade yapıyor. Ölüm korkusuyla yaşamın kıyısında duran, kabuğuna çekilip sanrılarla boğuşan genç müzisyen Juri; bir gece yine bir varoluşsal kaygılar sarmalına kapıldığında kendisini Paradiso (Cennet) Kumarhanesi’ne atıyor ve orada Ölüm’le (Der Tod) tanışıyor. Daha doğru bir ifadeyle ölüm ona burada musallat oluyor. Bu karşılaşma bir tür zorunluluğu da beraberinde getiriyor; Ölüm, Juri’yi özgür iradesinden sıyırmadan bir tür esaret altına alıyor… yazının devamı ve filmin kendi sayfası için tıklayınız…”
2019’un En İyi Filmleri tartışma sayfası:
Siz ne Düşünüyorsunuz? Tartışma sayfasına ulaşmak için tıklayınız.
Çok seslilik her zaman daha iyi!