Soylu Vahşi, Tepeden İnme İstilacı, İnsanlık Olarak Kaçırdığımız Büyük Fırsat - Picasso
Booker Ödülü sahibi, sanat eleştirmeni, romancı, ressam ve şair John Berger’in Picasso övgülerinin havada uçuştuğu, “Bravo! Bravo! Bravo!” yazılarının mantar gibi yayıldığı bir dönemde - 1960 yılında yazdığı incelemesi Picasso’nun Başarısı ve Başarısızlığı (PBB) yayınlanmasının ertesinde saygısız, duyarsız, doktriner ve hatta sapkın suçlamalarına maruz kaldı ve kitap uzun süre vebalı muamelesine tabii tutuldu. Berger 1980’de kitabı gözden geçirdi ve kitaba Picasso’nun (1881-1973) son yıllarını da ekledi. PBB bir eleştiri kitabından çok bir ağıt; Picasso’nun verebilecek olup da veremediklerine içlenen, Picasso’ya tarihsel çerçevede bakan, hüzünlü bir “ah be!” diyen ve okuyucuya da dedirtmeye çalışan bir inceleme.
Kitabın yazıldığı dönemde, sahip olmak isteyeceği her şeyi, o şeyin resmini çizerek elde edebilecek Picasso’nun ünüyle yarışabilecek tek kişi Charlie Chaplin’di. Ancak Charlie Chaplin’le tanışan herkes karşısında bir Şarlo bekliyordu. Bu Charlie Chaplin’in sanatı kişiliğinin önünde demektir. Bizim topraklarda benzer bir hikayeyi Kemal Sunal ile yaşamıştık. Herkes Kemal Bey’den bir İnek Şaban bekledi. Karşılarında aslında sakin ve beklenenden dingin bir adam bulunca Kemal Bey’i tanımak yerine, 180 derece savrulup “Kemal Sunal aslında İnek Şaban’ın tam zıddıymış. Çok ciddiymiş, hiç gülmezmiş”e ulaşıldı. Bu sefer anti-İnek Şaban’ı beklemeye başladık. Bu durum tüm işi kendinin önündekilerin trajedisidir. Picasso’ya dönünce; kişiliğinin sanatının önünde olduğunu görüyoruz, bu durum çok az insan için bir hakaret ya da aşağılamadan fazla bir anlam taşıyor. Bu bir avuç insan arasında belki de en büyük deha Picasso’dur.
Berger Picasso’yu Barselona günlerinden alır, Picasso’nun resimleri üzerinden ilerler ve tüm yaşamını üretimine göre dönemlere ayırır – her dönemle ayrı ayrı ilgilenir. Picasso’yu yaşadığı dönemden, toplumdan, zamanın ruhundan, kendi yarattığı rüzgardan koparmaz aksine Picasso’yu bu çevresel, kültürel faktörler üzerinden tanımlar. Önündeki engelleri ve tepkilerini, bu çevresel faktörleri denkleme katarak inceler.
Berger, işe Picasso’yu Picasso yapacak olacak içsel ve dışsal tüm faktörleri masaya sermekle başlar. Picasso dahi çocuktur: Daha 14 yaşında babasından iktidarı alır - kendisi de ressam olan babası O'nun yeteneğin görünce fırçalarını boyalarını terk eder ve hepsini Pablito’ya verir. Bu kadar erken yaşta taç giymenin sonuçları olacaktır.
Dehası hayatı boyunca hem gücü, hem de laneti olarak belirleyici olmaya devam edecektir. Bir resmin yaratılışı sırasında ilerleme diye bir şey olduğunu yadsır Picasso; her değişim, her adım. – onun değişiyle "her metamorfoz", yalnızca Picasso’nun kendisindeki yeni bir durumun yansımasıdır. Çünkü Picasso için kendisinin ne olduğu, ne yaptığından çok daha önemlidir. 1907 – 1914 Kübist dönemi hariç tarz değişimleri arama deneme değil, farklı itkilerin tezahürüdür. Evrilmez Picasso, ne hissediyorsa onu oldurur.
Picasso’nun en dışavurumcu ressam olduğu iddiası üzerinde tartışmaya açık bir iddiadır. Aklın gücünü yadsır, aramakla bulmak arasındaki nedensel ilişkiyi yadsır. Tüm kuram ve açıklamalardan tiksinti duyar. Fikir alışverişinden bile uzak durur. Dahidir işte.
İspanya’nın Avrupa kültürüne katkısı edebiyat ve resimle sınırlıdır. Picasso’nun İspanya’da bulunduğu dönemde İspanya nüfusunun %75’i köylü ve %20’si sırtını devlete yaslamış bir orta sınıftır. İspanyol zenginleri sanayileşmiş diğer Avrupa ülkelerinin aksine bankacılar değil, toprak sahipleridir. Toprak sahipleri doğaları gereği sermayenin hizmetinde değillerdi. Sınıfsal olarak düşmanları da proletarya değil köylülüktü. Proletaryayı alt etmek için onu kandırmak şarttır, köylüleri ise çoğunlukla hiçe sayarsınız bazen de tepelersiniz. Aldatmak için yalan söylemeye başlamayan İspanyol orta sınıfları ikiyüzlü olmak durumunda hiç kalmadılar. Toprakla yaşamak dar sınırlar verir ama onurlu ve bağımsız olabilirsiniz ve kendi duygularınıza yaslanabilirsiniz. Duygularına yaslanabilen İspanyollar bu sebeple Avrupalıların gözünde “ateşli”ydiler. İspanya’da esin perisi melek, ölüm olasılığı olmaksızın ortaya çıkmayan, sınırlarda gezmeden görülmeyen Duende’dir.
Berger, Picasso’ya defaatle tepeden inme istilacı der. Barcelona’yı tavan penceresi yapıp Avrupa’nın göbeğine atladığını, önce püskürtüldüğünü, sonra bir köprü başını tutunca dehasıyla fatihe dönüştüğünü anlatır. Tepeden inme bir istilacı olduğunun da hep bilincindedir Picasso; çevresinde gördüklerini kendi ülkesinden getirdikleriyle karşılaştırmayı bırakamaz.
Picasso’nun dünyayı salladığı ve tüm potansiyelini kullanmak ve terlemek durumunda kaldığı Kübist dönemini (1907-1914) ve o dönemdeki devrimci işlerini anlatabilmek için önce 1900 -1917 arasındaki Dünya’yı anlatmaya koyulur. Popüler bilim, siyaset bilimi, sinema, ekonomi gibi alanlara dalar, hatta bir ara okuyucu üniversitede ders dinliyor hissine kapılabilir. 1900-1917 arası devamlı devrimlerle geçer – böyle devingen bir tarihsel döneme daha rastlanmamıştır: Einstein Özel Rölativite Teorisi ve Plank’ın Kuantum Teorisi bu dönemde ortaya çıkar, Kafka bu dönemde olgunlaşır ve insanların geçimini sağlamak karşılığında varlığın kaale alınması hakkından vazgeçmeleri gerektiğini görür, 1900’de Fransa’da 3.000 otomobil varken 1913’de yılda 45.000 üretmeye başlar, 1900 yılındaki Paris Sergisi 39 milyon ziyaretçi çeker, ekonomide tekelcilik yayılır ve ilk modern savaş bu dönemde patlar. Bu tozlu altyapı çalışmasının bir amacı var ve bu yatırımın bir karşılığı var. Kafanızın içinde birkaç birbirine geçen lego sesi (klik!) duymanız muhtemel.
Kübizm’e ve özellikle Picasso’nun Kübist dönemine Berger’in verdiği önem sebepsiz değil. Kübistler, duyularla algılanabilen her şeyin iç içe geçişini görsel olarak ortaya çıkarabilecekleri bir sistem yaratmışlardı. Böylelikle sanatta durağan var olma durumları yerine, süreçleri işlemeye başladılar. Kübizm tümüyle etkileşimle ilgilenen bir sanat, her türlü durağan kategoriden devingenlikle kurtuluşun sanatı.
Kübizmdeki İlerleme - Picasso ve ilerlemenin yan yana durabildiği, Picasso'nun yalnız olmadığı son dönem:
"Her şeye mantıksızlık hakimdi. O günlerden ( 1. Dünya Savaşı) kalan küçük bir olay hala anlatılır: Bir piyade tümeni kentin sokaklarından geçiyormuş. Uygun adım ilerlerken, anlamsız bir biçimde kıyıma gönderilen koyunlar olduklarını belirtmek üzere melemeye başlarlar."
İşte bu grotesk absürtlükte pek çok eser etkileyiciliğini kaybedip sıradanlaşıverdi ve sanatçıların hepsi kendine dönerek "Böyle bir zamanda yapmakta olduğum şeyin haklılığını kendime nasıl açıklayabilirim?" sorusunu sordu. Verilen cevaplar herkesi farklı taraflara saçtı. Picasso, Savoy Oteline yerleşip eski yoldaşlarından koptu: Gris ve bir zamanlar birbirine bağlı iki dağcı gibi beraber çalıştığı Braque yaptığını ihanet olarak gördü.
Tepeden inme istilacı, istilayla da yetinmeyecek diğer ustalara dalaşmak zorunda kalacaktı. Yaptığına saygısızlık diye bakmamak gerekir, Picasso kültürel hiyerarşiden nefret ediyordu ve bu meydan okumaya ihtiyacı vardı.
30'ları içe dönük imgeler, mitolojik ve törensel bir atmosferle geçirdi. Boğa, at, kadın, Minotor ve İspanya'yı çağrıştıran semboller sıkça görüldü. Bu dönemde cinsel arzu, acı ve klostrofobiden beslenen resimler de yapar. Bu resimler ekspresyonist değildir; ekspresyonistler ( dışavurumcular) korku ve nefretten beslenirler. 1930-44 arasına Picasso'nun Kübist döneminden sonra en iyi işlerini çıkarttığı dönem olarak bakılabilir.
Berger’in hedefi tarihsel perspektifte daha gerçekçi bir Picasso analizi olsa da, zaman zaman direkt okuyucuyu hedefleyip sorular sordurttuğu parçalara da rastlıyoruz. Mesela Rothko ve Pollock hayranlığımla beni bataklıkta ellerim buruşana kadar sıkıştırdığı şu paragrafın tek hedefi bizleriz: “Günümüzde (1980) yapılan resimlerin çoğu soyuttur… Sanatın soyuta kaymasının nedeni, sanatçının özgürlüğünden utanması mıdır? Her şeyin resmini yapmakta özgür olduğu için, neyi resmedeceğini bilememesi midir? Soyut sanatı savunanlar, ondan çoğunlukla en büyük özgürlüğün sanatı olarak söz ederler. Ama sakın ıssız adadaki özgürlük olmasın bu?”
Rousseau toplumun karşısına Doğa’yı koydu; çürümüş, aşırı uygarlaşmış, açgözlü olanın karşısına “Soylu Vahşi”yi koydu. İşte Avrupa’dan kopuk İspanya’dan tepeden inerek gelen istilacı soylu vahşi Picasso’dur. Büyüsü şu sarmalla işler: Picasso, soylu vahşiyi idealize eder ve çevresindeki toplumu suçlamaya başlar. Toplumla çekişmesi devrimci olduğu inancını coşturur. İspanya ile Avrupa arasındaki fark kendisini sıyırıp içinde bulunduğu modern Avrupa toplumuna taş atabilmesine fırsat verir. Sonunda Avrupalı gözünde egzotikleşmeye başlar. Egzotikleştikçe içinde bulunduğu toplumla mesafesi daha da artar ve soylu vahşi güçlenmiş olur. Sarmal dönmeye başlar; Soylu Vahşi önünde modern Avrupalı küçülür - Picasso eleştirilemez hale gelmeye başlar ve işlerinin önüne geçer. Büyümeyen bir çocuk kalması bu mesafeyi arttırmasına destek olur.
Berger Picasso'nun, resim yapmaya devam etmesinin nedenini eskiden nasılsa hala öyle olduğunu kanıtlamak olduğunu iddia eder ve temel zorluğunu açıklarken Picasso’yu sonunda tek cümleye indirmeye karar verir: “Ülkesinden sürülmüş bir sanatçı düşünün; başka bir yüzyıla ait olan, içinde bulunduğu çürümüş toplumu lanetlemek için kendi dehasının ilkel doğasını idealize eden, bu nedenle kendine yeter hale gelen, ama kendini kendisine kanıtlamak için durup dinlenmeden çalışması gereken bir sanatçı. Bu zorluk ne olabilir? – Cevap: Kendi kendine “Neyi resmedeceğim?” diye sormak- ve yanıtı hep tek başına aramak.“
Picasso takdir edilme sıkıntısı hiç olmadı, yaratıcılık sıkıntısı da asla çekmedi, Picasso’nun en büyük derdi konu bulmaktır. Van Gogh’un patatesten ya da eski ayakkabılardan konu çıkartabilmesine hayran olur. Konu yakalayınca üstün eserler, yakalayamayınca da absürt (Berger’in dilinde absürt başarısıza karşılık geliyor) eserler verir.
Konu bulamayınca konusu kendi sanatı olur. Bir tür narsizmdir: Picasso’nun kendi kendisini taklit etmesinin başlangıcıdır ve sonunda üslupçuluğa da sürüklenir. Bu üslupçuluğun en aşırı ucudur; kendisini adayacak bir şey bulamayan dehanın düştüğü aşırılık.
Berger, Picasso’nun bir noktadan sonra yerinde sayıp zaman zaman absürde kaymasındaki dışsal etkileri hiç yadsımaz ve "Picasso, ne yapsaydı bu yeni bir şey üretmeyen yaratıcılık sürgününü kırabilirdi?"yi düşünmeye başlar. Berger’e göre Picasso Avrupa dışına kaçmalıydı; Paris’in dinamiklerinin bu tıkanıklığın açılmasını imkansız kıldığını düşünür. Soylu vahşi ve tepeden inme istilacı Picasso'yu Avrupa'da, bir resmi öbüründen fazla sevmenin günah olmadığı ama hiçbir resimle ilgili en ufak tiz bir sesin çıkamadığı bir ortam sarmıştı. Helen Parmelin Picasso’yu anlattığı kitabı Plain Picasso’da şöyle bir öykü anlatır: Madam Parmelin Picasso’nun atölyesinin yanında bir odada banyo yapmaktadır. Picasso beklenmedik bir şekilde atölyesine erken geri döner. Madam Parmelin, seslenip havlu istemek yerine soğukta 45 dakika titrer ve grip olur.
Berger Picasso’nun 65’inden sonrasını yine dehasının ardına saklanarak heba ettiğini düşünür “Yaşlandıkça yapıtları derinlik ve özgünlük kazanmayan bir tek büyük ressam- ya da heykeltıraş örneği yoktur. Bellini, Michelangelo, Titian, Tintoretto, Poussin, Rembrant, Goya, Turner, Degas, Cezanne, Monet, Matisse, Braque: bunların hepsi en büyük yapıtlarından bazılarını altmış beş yaşına geldikten sonra vermişlerdir.”
1980 yılındaki revizyonda Berger Picasso’nun 70 yaşından 91 yaşındaki ölümüne kadar yaptığı resimleriyle ilgilenir. Son döneminde 'hayal edilen kadınlar' ve 'çiftler' konulu resimlerin yapmıştır. Berger, Freudcu yaklaşımlardan, bilinçaltı okumalarından ve simgecilikten uzak durur; resimleri bedensel ve açıkça bilincin ürünleri olarak görür ve bu bağlamda çözümlemeler yapar.
Sanat eleştirileri kitaplarında sıklıkla gözlenen uzak ve soğuk ton, PBB’de görülmüyor. Kitabı okurken hissedilen hararet bence Picasso’nun Berger’in en sevdiği insanlardan olmasa da en büyük hayranlık beslediği ressamlardan olduğunu gösteriyor ve bu hararet tuhaf bir şekilde bence kitabın değerini en çok arttıran bileşeni. Kitabın fikri kurgusu, Berger’in sunduğu çerçevenin bütünlüğü, kullandığı disiplinler arası köprülerle okuru durduğu noktaya yakınlaştırması, uyumlu ve kaynaşık bir entelektüel besin olması PBB’yi çok iyi bir sanat eleştirisi metni yapıyor zaten. Ancak Berger’in Picasso ile ilgili hissettikleri üsluba ve akışın dalga boyuna yansımış ve tüm yapıya eklenen bu baharatlı tını, tüm üslubu didaktiklikten ve nesnelliğin soğukluğundan kurtaran bileşen olmuş. Kitaba alttan altta nüfus eden duyguların, kitabın ruhunu Akdenizlileştirdiği; tarih, popüler bilim, sanat tarihi harçlı bir eleştiri ve belki “açıklama” elimizdeki. Picasso’nun elinin değdiği her şeye “Üstat burada yine bizim uzanamayacağımız zekasıyla iki vuruşta neler yapmış böyle?!” alt metinli, afili ve soyut sıfatlarla bezeli menkıbelerden daha yukarıya taşıyor Picasso’yu. İnsanlaştırıyor, yarı-tanrılıktan kurtarıyor.
Kimlere Uygun:
- Tarihi perspektiften bakılan inceleme yazılarından keyif alanlara
- Modern sanat akımlarına ve üstadlarına üstün körü de olsa aşina olanlara
- Disiplinlerarası analizlerle arası iyi olanlara
- Çeviri inceleme kitaplarına terim-o-fobiadan ve/veya çeviride kaybolma korkusundan elleri titreyerek gidenlere
- Modern sanat denen dönemdaşımızı anlamadan gitmek istemeyenlere
Kimlere Uygun Değil:
- Her eleştiriye “Madem çok biliyorsun, iki tane de sen yap da biz de seni eleştirelim”cilere
- Dikey iskeletleri seven ve yatay olanlarla karşılaşınca sabırsızlaşanlara
- Altını çizerek okumaya alışanlar - hiç durmadan çizmek gerekir
- Saf Picasso biyografisi arayanlara ( koşunuz. Wikipedia)
- Sadece resim çözümlemeleri isteyenlere ( koşunuz. YouTube)
Görsel Kaynakları: Julia Hones, Painting DB, Pablo Ruiz Picasso, wikiart, wikipedia,