Dickens’ın Film Setine Dönen Mahpushanesi ve Etrafında Çarpışa Çarpışa Yangın Çıkaran Londralılar
Görkemin, karanlığın ve gölgelerin şehri… Paranın, gücün ve hemşehrilerinin kapitalizm ülküsü peşinde döktükleri kan-ter-gözyaşlarının üzerinde yükselen şehir… Londra. Peter Ackroyd’un Londra’sı. Londra tarihi ve kültürüyle beslenen eleştirmen, şair, biyografi yazarı ve romancı Ackroyd’un 1982’de yazdığı ilk romanı Londra Yanıyor, Charles Dickens’i 80’lere taşıyor.
Canlı, inandırıcılığı yüksek, ilişki kurulabilir ve ilginç çok sayıda karakteri; tempolu, yer yer mizahı da kullanan dramatik anlatımı ve geçmişle bugünü iç içe sokma planıyla roman, bir girdap formunda döne döne çemberi daraltarak bir merkeze yakınlasayarak ilerliyor. Birbirinin içine giren kişiler, olgular ve olaylara üstten bakınca girdabın en dibinde tarih; bir Londra hikayesi ve bir Londra çukuru görünüyor: Charles Dickens’ın “Küçük Dorrit” romanı ve romanın geçtiği Londra’nın eski Marshalsea Hapishanesi…
Londra Yanıyor, Ackroyd’un daha sonra biyografisini yazdığı Dickens’in 1855-1857 yıllarında bir seri olarak yayınladığı devletin ve toplumun yetersizliklerini hicveden romanı Küçük Dorrit’in ilk bölümünün özeti ile başlıyor. Ackroyd geçmişte yaşananları bugüne çekip, günün ruhuyla tekrar işlemeyi imza edinmiş bir yazar. Hikaye film yönetmeni Spencer Spender’ın Küçük Dorrit’in filmini çekmeye kalkması ve pek çok farklı karakterin film ve Dickens yörüngesinde dolanmaya ve çarpışmaya başlamasıyla hareket kazanıyor: Atari salonu sahibi cüce Arthur, Spender’ın sorunlarla dolu evliliğinin diğer yarısı (Lahana) Laetitia, gay akademisyen-Dickens uzmanı Rowan, Rowan’ın gözüne kestirdiği saftorik Tim, Tim’in Küçük Dorrit’in ruhunu ele geçirdiğini sanan kız arkadaşı fevri Audrey, ahlaksız ahlakçı yapımcı Sir Frederick ve dahası…
Ackroyd, mekanların - insanların ayaklarının altındaki toprağın ve geceleri üstlerini örten çatıların tarihlerinin o insanları derinden etkilediğine inanıyor. Zamanın da; ekolanma yeteneği, devamlılığı ve akışının insan duyguları üzerindeki etkisi Ackroyd’u cezbetmiş. Mekanla beraber zamanı da kaydırarak hikayelerine sahneler kurmayı seviyor.
Kitabın ilk yarısı, Ackroyd’un sonraki romanlarında tipik hale gelecek özellikler içeriyor: Ayrık, net ve kullanışlı karakterler yaratılmış; karakterler birbirlerine ustaca bağlanmış ve karakter çiftleri ile romanda rahatça mesafe kat edilebilmiş, farklı yürüyüş kolları ile finale yola çıkılmış, günümüze taşıdığı tarihsel Britanyalı karakter (bu roman için Charles Dickens) romanın hamuruna yedirilmiş… Roman, ikinci yarısında yavaş yavaş karakter değiştiriyor – bunun bir nedeni hikayenin tempo kaybetmeden vurucu finaline hazırlanması, bence diğer nedenleri de yazarların ilk romanlarında sıklıkla karşılaştığı “kendi hayatını ilk romana fazlaca dahil etme” sendromu ve ileride bahsedeceğim “genel çerçeve netliği” sorunları.
Ackroyd’un üslubundan bahsedilecekse cümlelerine verdiği özeni es geçmemek gerek; Ackroyd’un cümleleri hep kişilikliler. Mekanik, sadece ana gövdeye çalışan görev adamları değiller. Cümleleri çoğunlukla şenlikliler ve sürüden ayrıldıklarında da yanlarında taşıyabildikleri şeyler, onlara değer katan özellikleri var. Sert ve karanlık duygulardan beslenmeden de, sert ve karanlık fikirleri aktarmak Ackroyd’un bu şenlikli cümlelerinden beslenen hünerlerinden.
Ackroyd’un romanında hoş bir mizahi damar kullanmış. Kurguda rastlanınca kabul gören gerçekdışı tavırlardan, -mış gibi yapmalardan uzak duran, daha gerçek ve dürüst bir mizah bu. Romantik veya ideal arayan gözlere fazla çıplak ve makyajsız gelebilir.
Düşünce Balonu: Televizyon statiği, en özgün filmden çok daha özgürdür.
Bir bütünün parçaları birbirlerinden ne kadar bağımsız ise, parçalar ne kadar başına buyruksa, parçaları bir araya getiren-bir arada var eden sistem o kadar özgürdür. Melodi yaratılana kadar kompozitör bir dereceye kadar özgürdür, melodideki harmoni ancak parçalar arası bağlantılarla var olabilir; her nota kendinden öncekilerin ve kendinden sonrakilerin tutsağıdır. Her türlü yapı, çatı, akor; özgürlükten feragat edilerek oluşturulur. Yaratım esnasında özgürlükten kırpılanlarla kalıcılık inşa edilir. Bir senfoni hiç mi hiç özgür değildir, her yerinden zincirlidir.
Bir yapının içindeki benzerlikler azalıp özgürlük arttıkça içerdiği toplam bilgi artar – üç siyah top yerine; bir turuncu kare, bir turkuaz silindir, bir pembe piramit daha fazla bilgi içerir. Yapı özgürleştikçe parçalar birbirine daha az benzer. Bütünün parçaları arası ortak veri azaldıkça, toplam veri çoğalır. Sürece tersten bakarsak; özgürlük tek tipleşmeleri kırar, ortaklık yaratan kalıplardan kurtulur ve parçaların paylaştığı ortak bilgi azalır.
Farklı yapıların özgürlük seviyelerini karşılaştırabilmek adına içerdikleri verileri depolanmak için ne kadar alan gerektiğini ölçebiliriz ya da ne kadar kolay depolanabildiklerini bakıp bunları karşılaştırabiliriz… Bir pop şarkısını ezberlemek için, nakaratının 2 kere kulağımıza çarpması yeterken, bir rock şarkısını şöyle böyle mırıldanır hale gelebilmek için 4-5 kere dinlemek gerekir. Parça Jazz ise, kayıt bile olsa, içindeki emprovizasyon yüzünden (zihne) ezber işi zorlaşacaktır. Bir adım öteye gidip, Dadaist bir eseri ezberlemeyi de deneyebiliriz, ama pek olacak iş değildir. 3-4 dakikalık TV statiğini ise zihinde depolamak ise hemen hemen imkansızdır - En çok bilgi taşıyan ve en özgür olan 3 dakikalık görüntü istiyorsanız aradığınızı size anteni kırılmış bir televizyon verecektir. En çok bilgi taşıyan paket, içindeki hiçbir parça diğeri hakkında bir şey söyleyemeyen Televizyon statiğidir.
Picasso ve bu seride açıkça gözüken "çerçevesi"
Balon sonu
TV statiği hiç kalıcı değildir. Yazar eninde sonunda kendini sınırlar, özgürlüklerinden adım adım vazgeçer, kalıcılık ve uyum bu gereklidir. Yazar, içinde özgür kalabileceği bir çerçeve çizer. Bu çerçeveden kasıt, kitabın konusunun ne olacağı ya da kitabın iskeleti değildir. Çerçeve; aksiyon planı, oynanacak oyunların belirlenmesi, sürprizler için kurulan tuzaklar veya pusuya yatırılan kırılmalar da değildir. Ya nedir ya? Yazarın içini emek ve yeteneğiyle dolduracağı “ben bu kitapta şunu yapacağım” dediği şeydir; yazarı yaratıma başlatandır. Yazarı kendi kitabına hayran bıraktıran şey neyse, çerçeve de odur.
Kara Ayna (Black Mirror 2011-…) dizisine bakalım. Bölümler arası bir devamlılık söz konusu olmamasına, hatta oyuncularının bile bölümden bölüme değişmesine rağmen dizinin tamamını, bütün sezonlarıyla içine alan bir çerçeveden bahsedebiliyoruz. Konusu net, üslubu net, hatta mizahı bile net olan Londra Yanıyor’da, Ackroyd’un “şunu yapıyorum” dediği çerçevesini bulmak çok kolay değil. Okurun, kitabın iki yarısında tadacağı tecrübeler arasındaki fark da Ackroyd’un kendi çerçevesinin sınırlarına yaklaştığında oradaki çizgiyi iyi görememesi olabilir. Ackroyd, detaylarda vidaları iyice sıkmışken, okur bazen frenin patladığını veya direksiyon hakimiyetinin bazı anlarda kaybolduğunu hissedebilir.
Kimlere uygun:
- Tarihe kök salan günümüz romanlarına
- Varılacak şehirden çok yolun kendisine ve detaylara değer verebilenlere
- Hızlı ama sıkı fazla fazla karakter bir romanda nasıl oluşturulur görmek isteyenlere
- Sarkastik İngiliz mizahını sevenlere edenlere
- Londra-severlere, Londra özleyenlere, Londra meraklılarına
- Romanda hız meraklılarına
- Romandan çok, novella zamanı gelenlere
Kimlere uygun değil:
- Gereksiz macun gibi uzayan romanlar kadar, fazlaca hızlı bir tempoyla koşup tükenen romanlara gıcık kapanlara
- Çizgisel hikayeleri tercih edenlere
- Homofobiklere
- Her şeyi adıyla söyleyenlere “Edep ya hu!” diye bağıranlara
- İlk romanlara, yazarı şu karmalarını bir yaksın diye baştan biraz kredi veremeyenlere
- Köşeleri – emek verilmiş bir sürprizi bile olmadan – hızla dönen romanlara gıcık kapanlara
Görsel Kaynakları: Daily Telgraph, Wikipedia, NPR, YKY, artDesign,