Proust Ateşinde, Wasabi Soslu, Amelié Dolgulu Kruvasan
Paris’te bir üst-orta sınıf burjuva apartmanı:
Grenelle Sokağı numara 7.
Gurmelerin, mavi kanlı ailelerin ve yüksek devlet görevlilerin ikamet ettiği bu lüks apartmanda, diğer tüm sakinlerden ayrık, yan yana ama yalnız, üzerilerine yapıştırılan sıfatların hepsinin içini boşaltan iki siyah kuğu var: Beşinci katta ikamet eden Josse’lerin 12 yaşındaki küçük kızı Paloma ve apartmanın kapıcısı 57 yaşındaki dul Renée.
Muriel Barbery’nin başta kendi ülkesi Fransa olmak üzere yayınlandığı hemen hemen tüm ülkelerde çok satanlar listesini uzun süre işgal eden romanı Kirpinin Zarafeti iki çekirdeğin paylaştığı bir elektron gibi ana iki karakter etrafında vızıldaya vızıldaya dönerek ilerliyor.
Sonunda birbirlerinin kaderlerine dokunmaya zorlanan bir yetişkinle bir çocuğun romanı dendiğinde, elde değil insanda romanın neye benzediğine dair bir beklenti oluşuveriyor.… Kirpinin Zarafeti'nde iki bağ kurulabilir, sevilsin diye tasarlanmış ama bir yönleriyle zıt karakterden beklenen ilişki şemasını bulamayacaksınız. Bir ‘Yukarı Bak’ (Up, 2009) hikayesi beklemiyor sizi, ya da Pamuk Prenses ve Kraliçe ilişkisi kurulmayacak baş kahramanların arasında. Barbery’nin kendi sözleriyle: “Ben kibar bir kapıcı ve sevimli bir çocuk hakkında bir peri masalı yazmakla ilgilenmiyordum.”
Hatta romanın içine gömülü hikaye de romanın temel direği değil. Bir felsefe profesörü olan Barbery, bu kitabında felsefenin en derin dehlizleriyle de pek ilgilenmemiş. Edebiyat ona daha çekici gelmiş ve edebiyatı felsefenin gündelik yaşama dokunan kısmıyla yoğurmuş; sonunda Kirpinin Zarafeti sınıf mücadelesi, kişisel çatışma ve günlük hayata dokunan felsefenin romanı olmuş.
Felsefenin metindeki ağırlığının artmasıyla görülen serinleştirici, uzaklaştırıcı etki Kirpinin Zarafeti'nde felsefenin gücünden ve yoğunluğundan feragat etmeden, hayata/hikayeye yedirmesiyle bertaraf edilmiş ve kitap tüm bu derinliğine rağmen iç ısıtmayı başarıyor. Pek yan yana görülmeyen bu iki özellik, romanın ve Barbery'nin karakterlerinin kendi tınılarıyla birleşince - sevinerek söylemek isterim ki - en iyiler listelerine girmeye namzet bir roman çıkmış ortaya.
Kitabın felsefe kulpundan tutup sağına soluna bakmaya devam edersek, elimizdekinin beyin kıvrımlarını gıdıklayan, ulaşılabilir, içine girilebilir bir derin felsefe romanı olduğunu görüyoruz. Platon’un Devlet’i ya da Günbatımı Sınırı ( The Sunset Limited 2011) gibi klasik şablon; tezleri çarpıştıran diyalektik denklem ‘Tez+Antitez=Sentez’ kullanılmamış. Tek tünelin iki yakadan aynı anda inşası gibi: İki merkez, Renée (57) ve Paloma (12) arasında bir fikir teatisi yok, romanın sonlarına kadar birbirlerine teğet geçip duruyorlar, dokunmuyorlar bile. Felsefi temel, iki kaynaktan filizlenen, aynı kökten dallanıp budaklanan tek bir canlı organizma gibi sarıp sarmalıyor kitabı.
Renée, dul kapıcı, özellikle edebiyat ve felsefe konularında kendi kendini yetiştirmiş proleter bir kripto-entelektüel. Hizmet ettiği zenginler, gerçekte kim olduğu anlamasın ve işini koruyabilsin diye kaba, düz bir maske takıyor. İşverenlerini kandırmak için sokak kapısının açıldığı salonunda sesi kısık bir televizyon hep açıkken; o arka odada opera dinliyor, Tolstoy okuyor, Husserl’ın fenomonolojisini kritik ediyor. Kedisinin adı bile Anna Karenina’ın Levin’inden esinlenilerek koyulmuş. Geçmişten taşıdığı bagajlarıyla kendisine bakışı biraz astigmat biri:
“Ben dul bir kadınım. Ufak tefek, çirkin, tombul biriyim. Ayaklarımda nasırlar var. Kendi sesimden rahatsız olarak kalktığım bazı sabahlara bakarsak, bir mamut gibi soluk alıp veriyorum. Eğitim görmedim. Bildim bileli yoksul, ölçülü önemsiz biriyim.“
Paloma, süper zeki farkındalığı yüksek bir kız çocuğu. Çevresindekilerin ve özellikle aile bireylerinin hayatlarının boşluğunu, yetişkinliğin tehlikelerini ve tuzaklarını ve modern toplumun ikiyüzlülüğünü gördükçe hayatın anlamsızlığına kanaat getiriyor. Burjuva yaşamının değersizliğinden öte uğrunda yaşamaya değer bir şey bulamazsa 13. doğum gününde intihar etmeye karar veriyor.
Roman, Renée ve Paloma’nın hikaye anlatıcı olduğu bölümler ve Paloma’nın günlüğünden sayfalarla adım adım ilerlerken, ikisinin de sanat, felsefe, güzellik ve Japonya tutkuları birbirlerine dokunmasalar da aralarındaki görünmez bağı su yüzüne çıkartıyor.
En denemeye kaçan bölümlerde bile anlatıcıların dinamik beyinleriyle ve dokundukları konuların kollarını-bacaklarını sonunda gündelik hayata sarmalarıyla okuru tempolu bir beyin jimnastiğine sokan roman hiç ağdalaşmıyor. Karakterler yuvalarına tam oturtulmuş, Renée’nin içtenliği, tutkuları ve elindeki iki nefes huzurlu havayı koruma çabası; sarkastikliğine ve mesafesine rağmen Paloma’nın masum çocukluğu o kadar canlı ki, kitabı bitirdikten sonra bu ikiliyle tanışsanız hemen oturup sohbet etmeye başlayabilirsiniz.
Paralel ama kendi içine dönük iki merkez; zengin, gizemli, nazik entelektüel Japon Bay Ozu’nun apartmana taşınmasıyla çarpışmaya başlıyor. Ozu sayesinde yaş, sosyal sınıf, bariyerleri kalkıyor ve bu yeni çerçevenin içerisinde hem duygular filizlenmeye başlıyor hem de tekrar şekillenen ilişkiler ağı yerlerine çakılı durmaya teşne karakterleri sallamasıyla kitap sonunda bir hikaye kazanmaya başlıyor. Barbery’nin edebi gücü de bu noktadan sonra daha belirgin hale geliyor. Sonunda, Ozu’nun üzerinden Renne ve Paloma birbirlerine dokunmaya başlıyorlar, dost oluyorlar.
“Madam Michel’de (Renée) kirpinin zarafeti var: Dışarıdan dikenlerle zırhlı tam bir kale ama bence içinde kirpiler kadar doğrudan bir rafinelik var. Onlar haksız yere duyarsız, uyuşuk görülen, şiddetli oranda yalnız yalnız ve korkunç bir şekilde zarif hayvanlar.”
Dış dünyayı ne kadar özenli ve tüm duyuları açık bir biçimde inceleyen karakterler olsalar da kendileri ile ilgili aynı başarıyı gösteremiyorlar. Bunun temel nedeni, özenle dış dünyaya kapattıkları dünyaları ne zaman ki birbirlerine dokunur hale geliyor; uzun süredir yalnız ve dibine ışık vermeyen mum kıvamındaki ikili, sınırlı da olsa birbirlerinin kontrol paneline erişim sağlıyor.
Alışana kadar biraz gösterişçi gelse de bir süre sonra “Bizim Muriel böyle yazar” dedirtecek kadar açık ve kucaklayıcı üslubuyla Barbery’nin şu ana kadarki en iyi işi olan Kirpinin Zarafeti, yoğunluğunun karşısına koyduğu sofistike mükafatıyla ana akım dışı bir çok satan: İçindeki Fransız sosu ve bu sosu Türkçeye kararında taşıyan tercümesiyle, zaman zaman sizi yakalayan kara mizahıyla, trajik kırılma anlarıyla, felsefi cüretiyle, sağlam ve empati kurmaya açık karakterleriyle, son atağıyla derinleştirdiği duygusal yüzüyle bir Amelié (2001) ve Sofi’nin Dünyası mozaiği.
“Evet bu işte! Asla’daki her zaman… bundan böyle asla’daki her zaman’ların peşinden koşacağım.”
Kimlere Uygun:
- Bir süredir sıkı ve farklı bir roman yakalayamadım diyenlere
- Gündelik felsefe meraklılarına
- Kurgu eserlerden bir süredir kopmuş olup, geri dönerken risk almadan iyi ve görece yeni bir roman arayanlara
- Kitap okurken tempoyu yakalamak için illa bir yol hikayesine ya da gerilim/macera türüne ihtiyaç duymayanlara
Kimlere Uygun Değil:
- Gösteriş merakı olan yazarlara katlanamayanlara
- Kapağına bakıp kitap alanlara ( fecaat şu kapak)
- Battaniyeli, sobalı, mandalina kokulu jenerasyonlar-arası kucak hikayesi arayanlara
Yukarıdaki yazı VatanKitap Dergisi'nin Ekim 2014 sayısında yayımlanan yazımın güncellenmiş sürümüdür. Orijinal yazıya ulaşmak için buraya tıklayın.
Görsel Kaynakları: 2000 Streets, Marie Claire, Paul, L'EXISTENTIALISME DU HÉRISSON, Mickael Voyphong