Oslo Ormanlarında bir "Post - Medeniyetten Kaçmaizm" Romanı
Oslo’da doğadan hiçbir zaman çok uzaklaşamazsınız. Her yönde şehrin son sıra evlerinin bittiği yerde ormanlar başlar, hatta şehrin kalbinden metroya binip ormanlarla buluşan bir hat bile bulunur. Norveç’in en çok satan yazarlarından Erlend Loe’nin romana ismini veren karakteri Doppler, evli ve iki çocuk babası, pek çok günümüz başarı kriterine göre başarılı, hali vakti yerinde orta yaşlı bir beyaz yakalı Oslolu ve babasını kaybettikten kısa bir süre sonra bu ormanlardan birinde bisikletinden düşüp, kafasını vuruyor. Bu vuruş, kafasındaki birkaç tahtanın yerini değiştirip bir aydınlanma (ya da tozutma) anı yaratıyor ve Doppler’e kısa süre içerisinde kendini Oslo’nun Kuzeyine yayılan Løvenskiold Ormanı’na atıp faturasız, insansız, sorumluluksuz avcı-toplayıcılığa başlamaktan başka seçenek bırakmıyor.
Modern insanın takım elbiseyi fırlatıp atıp, kafayı kırıp medeniyetten kaçması ilk defa işlenen bir konu değil, ama Loe’nin konuyu ele alma şekli, yaklaşımı, yarattığı karakterlerin sırtlarına yükledikleri ve en önemlisi medeniyetten kaçanları, kaçmak isteyip de kaçamayanları ve kaçılan toplumun diğer üyelerini bir sonraki adımda taşıdığı nokta ile diğer doğaya kaçış hikayelerinden oldukça farklı. Loe’nin parmağını uzatıp gösterdiği şey bu türün öncüllerinin parmak uçlarında görmeye alıştıklarımıza o kadar da benzemiyor– bu haliyle “Doppler”i yolunu kendi açtığı bir nevi "Post - Medeniyetten Kaçmaizm" akımının içine yerleştirebiliriz.
Loe, İskandinav edebiyatının açık sözlü, duru, kolayca kararabilen, melankoliye ilham olabilen ses tonunu; cıvıklaşamayan, en eğlendiği fıkrayı anlatırken bile sırıtmayan, içine işlemiş yalnızlık ve sessizlik tozuyla ayrışan Kuzey Avrupa mizahıyla terbiye etmiş ve yumuşatmış. Loe yine sonunda kuzey kuzey kokan ama kendine özgü tarzıyla, en ağır hakareti ederken bile yılanı deliğinden çıkarabilecek, işten çıkartırken bile içine bir ironi yerleştirip acı-tatlı bir küçük tebessüm yaratabilecek eğlenceli, naif ama güçlü bir dil oluşturmuş.
Romanın kalbinde Loe’nin günümüzün baskın burjuva yaşam tarzına, bu yaşam tarzının tüketimle olan ilişkisine, tüketimin üzerinde yükselen kapitalist sağa meyleden topluma ve bunlarla idare edebilen ve sonunda sistemin parçası ve besleyicisi haline gelen bireye alaycı ve acımasız eleştirileri var.
Modern topluma ait bireyin tüketimle varoluşsal ilişkisinin, tükettikleri üzerinden yerleştiği başarı merdiveninin, bireyi harekete geçiren havuçların, tatmin edilecek damarların tüm toplumda aynılaşmasının üstüne, sistemin orta yerinden kopartıp ters kutba yerleştirdiği başkahramanı Doppler ile yürüyor. Ama burada durmayacak Loe, ütopik bir ermiş değil Doppler, kendini doğaya tamamen teslim edemiyor aslında, o bir modern insan – Romanın diğer alışıldık “doğaya kaçış” romanlarından farklarından biri olarak görülebilir bu teslim olmama hali. Mesela gelmiş geçmiş en önemli teknolojik ürün olarak gördüğü yağsız sütsüz yapamıyor; yağsız sütle takas için Norveç’in Macrocenter’ı ICA ile anlaşıyor – belli frekanslarda Oslo’ya inip sütünü ve “gerekli diğer malzemeler”ini alıyor. Bununla da kalmıyor Doppler, kalan gerekli malzemeler için de evlere dadanıyor – tarihte medeniyetten kaçıp zaman zaman yağmaya inenler gibi hırsızlık yapıyor. Şeker krizlerine girip, bir battal boy Toblerone için büyük riskler alıyor. Öldürdüğü bir geyiğin yavrusunu ( Bongo) evlat edinip onunla sohbetler ediyor, tombala oynuyor - evet ona aslında kopmak istediği insanlardan biriymiş gibi davranıyor; Bongo’ya insani vasıflar yüklüyor. Kaçtığı toplumsal sorumluklardan belki de en zorunu, evlat sorumluluğunu böylece Bongo üzerinden yeniden sırtlanıyor – şahane bir tezat daha.
Doppler’in tüm absürtlükler ve mizah içindeki bu realist ve rahatına düşkün tavrının ertesinde Loe alaycı borazanının ucundaki kurbanı değiştiriyor. Artık tefe konup kuyruğuna teneke bağlanan sadece tüketim toplumu ve onla barışık kravat-topuklu ayakkabı sever Yuppie’ler değil. Bu koşuşturmaca içinde akıntıya bırakılan, ( Hristiyan olsun olmasın) protestan ahlakıyla her gün çok çalışması talep edilen, ama aslında bu sistemden nefret eden ya da bir noktada sıdkı sıyrılanlar, yani Doppler’in yaptığını övenler, versiyonlarını kafasında kurgulayanlar, medeniyetin karnındaki dişlilerden biri olmaktan sıkılanlar. – bknz. Türkiye’deki Kaş’a yerleşip café açarak sistemden-medeniyetten-insanlardan ( Doppler’den daha yumuşak geçişle de olsa) kaçmayı planlayanlar... Aslında Doppler’i kendi içinde hiçbir çatışma yaşamadan, müthiş bir doğallıkla bir ayağını da medeniyette bırakan Loe doğa kaçışını sulandırarak, “Sen modern insansın kağıt üzerinde kolay gözükeni yapmaya kalkınca kapıyı kapayamayacağını gördüğün için o iş sana o kadar da kolay değil” diyerek, bize -Kaş hayalleri kuranlara - nanik yapıyor! (Kendi yazımla ilgili spoiler - Bununla da kalmayıp hepimize koyun da diyecek!)
Doppler, çok da sıkı fıkı olmadığı - hatta pek tanımadığı babasının ölümü üstüne geçirdiği bisiklet kazasında vurduğu kafasıyla ormana koşarken, okurun kafasında kalacak soruları bertaraf etmek ve bu iki büyük kaya arasında derzi “İnsanlardan hoşlanmıyorum (…) Yaptıklarından hoşlanmıyorum. Temsil ettiklerinden hoşlanmıyorum. Söylediklerinden hoşlanmıyorum” ile dolduruyor. Doppler, gidişini tüm ailesi için de bir kurtuluş olarak görüyor: Gidişiyle tüm ailesi, kendi kendine güçlenen lanetli övgü-başarı sarmalından kurtulmuş olacak. Küçük oğlu, gidişiyle soracağı niye bizi terk etti tipi sorular sayesinde bu sarmaldan daha ufak yaşta uzak durmuş olacak. Karısı ve kızının da üzerindeki yük ve baskı artacağı için hatalar yapmaya başlayacaklar ve yavaş yavaş bu “pis sarmaldan” kurtulmaya başlayacaklar. Hesapta, ucu açık gidişiyle zaman çizelgesinden mahrum kalacak aile bir noktada durumu içselleştirecekti ve herkes sarmaldan sıyrılıp Doppler’in bu hamlesinden karlı çıkacaktı. Ah ki, karısının Doppler’i ziyaretlerinden birinde hamile kalması pilini çıkarttıkları saati tekrar işler hale getirdi. (Kaş ahalisi sorumluluklarınız kaçsanız da sizi bulur ve geri çağırır!)
Doppler insanlardan ve medeniyetten kaçsa da, medeniyetin meyvelerin tamamen reddedemeyişiyle arada sırada şehre inmesinin ve şehre görece yakın bir yere kamp kurmasının sonucu üç karakter daha kitaba dahil olur – başlangıç noktasındaki insansız yaşam mottosunu hatırlatmak isterim: Doppler’in malzeme ve yiyecek çalıp durduğu evin sahibi yaşlı Düsseldorf, son 6 yılını 2. Dünya Savaşındaki son büyük Nazi saldırısı Aralık 1944 Arden saldırısında hayatını kaybeden Nazi askeri babasının öldüğü sahnenin – Bastogne kasabası- maketiyle geçirmiş ve maket bitince ölmeyi planlıyor. Demir Roger, şehre döndüğü günlerden birinde Doppler’in evine giren hırsız ve sonuncusu Doppler’in kampını keşfeden onu oradan atmak isteyen “diğer”: Sağcı. Bu üçlü ve Doppler’in oğlu Gregus kitaptaki bir diğer önemli öğe olan baba-oğul ilişkileri konusunun işlenmesine zemin hazırlarlar. Doppler’in kaybedilen baba özlemi diğer karakterlerde de ekolanır.
Babasıyla sağlığında hep mesafeli olan Doppler, babasının şerefine ormanda “hiçbir şey yapmamak”tan vazgeçip, kendisini babasının onuruna 11 metre yüksekliğinde anıt; bir totem yapma işine kendini adar. Bu işe girişebilmesi ve babasını hakkıyla “onurlandırabilmesi için” önce babasıyla yaşadıkları iletişim sorununu kendi sırtından atması gerekmektedir. Ölü bir babayla bu işi halletmek kolay değildir tabii. Loe bu soruna dahiyane bir çözüm bulmuş: Doppler, babasını atom altı parçacıklarda görülen kuantum süperpozisyon “yeteneğiyle” donatır. Süperpozisyon ilkesine göre bir atom altı parçacık kimse ona bakmıyorken, o anda bulunma olasılığı olan tüm konumlarda aynı anda bulunabilir – geleceğin süper bilgisayarları bu temelde işleyecek. Doppler’in bilgisizlik penceresinden bakınca; Doppler’in babası hayatı boyunca belki çok düşünmüştü belki az, belki keyfi yerindeydi belki değil ve belki de Schrödinger’in içinde zehirli bir mekanizma bulunan kutudaki kedisi gibi hem yaşıyordu hem ölüydü- kimse ( özellikle Doppler) babasının içine bakmadığından süperpozisyondaydı - yani ikisi birdendi. Hayatta olduğu dönemde, hem yaşayıp hem ölü olan bir babası vardı Doppler’in, artık onurlandırılabilirdi.
Doppler aydınlandıktan ve ormanda insanlarla minimum temasla yaşamaya başladıktan sonra dokunduğu 3.5 adam da müridine dönüşüyor. Düsseldorf ağzından soğuk namluyu çıkartıyor; Sağcı dinler arası diyalog havarisine dönüşüyor, Demrci Roger hırsızlığı bırakıyor ve Doppler’in oğlu küçük Gregus artık evinde kalmayı reddediyor. Hepsi Doppler’in kamp yaptığı alana ya da çevresine taşınıyorlar. Doppler yeniden yalnız kalamaz hale geliyor. Loe, Doppler’in uyanışını taklit etmeye çalışan bu 3.5 adamla sayfalar boyu dalga geçerken aslında kimlere koyun diyor olabilir acaba? Kitabın ikinci yarısı Doppler’in totemle ve karısının hamileliğiyle zamana karşı yarışı ve yalnızlığını bozan 3.5 adamla ilişkileri ve onlardan kurtulma planlarıyla geçiyor.
Kitap bir yönüyle Von Trier’in Melankoli (2011) filmine benziyor, ilk yarısıyla ikinci yarısı arasında doku, hız, renk, ton açısından çok büyük farklar var. Kitabın gelişimini görselleştirebilseydik ortaya çıkacak şekil bir platoyu andıracaktı: Heyecan verici ve güçlü bir tırmanış ertesinde okuyucuyu bir düzlük bekliyor – plato işte. 0km/s’den 200’e müthiş bir güçle ve gürültüyle çıkan Jaguar kalan yolu sabit hızda 200 km/s ile alıyor; ilk yarı maçı 4-0 getiren takım ikinci yarı rölantide oynayıp maçı 5-0 bitiriyor; konserinin ilk yarısı izleyiciyi büyüleyen virtüöz ikinci yarı sadece tıngırdatıyor… gibi. Loe, kitabın ikinci yarısında yeni yatırıma çok ihtiyacım yok, artık şimdiye kadar ortaya serdiklerimi işlemek yeter diye düşünmüş olabilir bence. İlk 60 sayfa için 11 sayfa not tutmuşum, ikinci yarı içinse sadece 2(iki).
Çocuk kitapları da yazan 1969 doğumlu Loe’nin yetişkinler için yazdığı kitaplarda olay dizgisiyle çok ilgilenmediğini, doğaçlama yaparak yazdığını ve kendisi için en önemli şeyin beraber vakit geçirmekten keyif alacağı karakterler yaratmak olduğunu söylüyor. Loe, Mayıs 2016’da İstanbul Tanpınar Edebiyat Festival’i kapsamında İstanbul’daydı ve panellere/ söyleşilere katıldı: “Modern Çağın Sesi Olarak Gürültü”, “Doğadan Kaçış Doğaya Kaçış” ve “Medeniyetin Sesinden Kaçış: Çılgın Kalabalıktan Uzak”
Kimlere Uygun:
- Kuzey Avrupa edebiyatının duru, açık sözlü tavrını sevenlere
- Medeniyetten ve sorumluluklardan kaçmak isteyenlere (tercihen Ege/Akdeniz sahillerine)
- Uyumsuz olduğunu ve/veya sistemi alt edebileceğini düşünenlere
- Fıkra anlatırken bile ciddiyetin güçlü bir mizah aracı olduğunu düşünenlere
- Vurucu başlangıçları olan kitaplara daha iyi gömülenlere
- Kendisini tefte bulmaktan gocunmayacaklara
- Bugünü ve içine doğduğumuz ilişkiler ağını sorgulamaktan keyif alanlara
Kimlere Uygun Değil:
- Utanmaz kitaplardan utananlara
- Kitap yazarken bile süperegonun az çok devrede olmasını sevenlere
- Kitap içi hız farkından hoşlanmayanlara
- Kitabın ilk yarısından sonra ikinci yarıdaki tork kaybına yazarın seçimi diye saygı gösteremeyeceklere
- Ancak tasvir-yoğun kitaplarda kaybolabilienlere
Görsel Kaynakları: Victor Brauner - Met Museum, Colorbox, Książkowo Dolne, The Big Issue, Email Coaching, Nancy Sullivan, Use-it Oslo, Luis Quilles, Freleses-Armen, Trondelag, GKR